Hayatta her şey insana göre...
Hastalandınız...
Doktora gittiniz...
Doktorun önündeki kâğıdın üzerindeki "tanı" bölümünü görünce aklınıza ilk ne gelir?
Doğal olarak içinizde kuşkusunu beslediğiniz hastalıklardan biri. Damar sertliği?
Hemen öldürmez ama. dikkat etmeniz, işe mideden başlamanız gerek....
Yüksek tansiyon?
Alçaklıktan iyidir ama, öncelikle stresi kovmanın yollarını aramalısınız.
Kanser?
Özgürlüğünüz garanti Elimizde ölmesin diye hemen tahliye ediyorlar...
Hastalıkların sonu gelmez. Sözü uzatmayalım. Ergenekon davasında yargılananlar doktora gittiklerinde "tanı" bölümünde büyük harflerle şu yazıyor.
Ergenekon!
Şifa bulmaz bir hastalık!
Sayfanın en altındaki yazı da ciddi bir uyarı niteliğinde:
Dikkat kaçar.
Kim kaçar? Hastalık kaçarsa iyi, kalan kurtulur. Ama dert hastalık değil, sanık.
"Tanı: Ergenekon "u ilk gördüğümde ben de şaşırdım. Mantığımı zorladım ve akla yakın bir açıklama buldum.
Doktora diyorlar ki, bu adamı iyi "tanı", kim olduğunu bil ki. ona göre muayene et!
Ergenekon sanıklarına fiziki işkence yapılmadı. Ancak öylesi durumlarla karşı karşıya getirdiler ki; fiziki işkenceden beter diyebilirim.
Bunun sonucunda da pek çok kişi sağlığından oldu. Burada duyduklarımı, öğrendiklerimi değil, bire bir tanık olduklarımı, yaşadıklarımı aktaracağım.
Ciddi bir sağlık sorunu yaşamadım. Üniversite yıllarından miras, ülser kapımı çaldı. Bir de sol ayağımda tutulma ve keçeleşme oldu.
Hapishane doktoru, bunların koşullar gereği doğal olduğunu söyledi. Verdiği ilaçlar da iyi geldi.
Hapishanede ilk 1.5 ay koğuşta tek başına geçince, ülser yalnız bırakmamakta direndi.
Avukatların görüşü şuydu:
"Sanıyoruz, sizi yalnız bırakmak, sağlığınızı, psikolojinizi bozmak, askerlerin aleyhine konuşmaya zorlamak istiyorlar..."
Zaman zaman öteki hapishanelerden de mektuplar alıyordum.
Çanakkale'den yazan Devrim şöyle diyordu:
"Abi aman, sen bize lazımsın, önce sağlığına dikkat et. Ben uzun süredir içerideyim. Bunun için birinci koşul şudur; ayağını ve belini Üşütme."
"Haklısın Devrim," dedim kendi kendime, ayağı üşütmemeli, beli üşütmemeli, bir de kafayı üşütmemeli!
Haftada bir gün rutin revire gitme hakkı var. Benim ilk aylarda bulunduğum B-9 üst koğuşun günü cumaydı. Onun dışında acil olduğunda, acil dilekçe yazınca o gün revire çıkarıyorlar.Ancak saat garantisi yok. Doktor ne zaman uygun olursa.
Verdiği ilaçların ve havalandırma yürüyüşlerinin ardından her şey rayına girince hem doktora teşekkür edeyim hem de tansiyon ölçümü benzeri basit kontrolleri yaptırayım diye revire çıktım.
Başka bir doktor var.
"Siz mi atandınız?" diye sordum. "Yok," dedi, "geçici görev."
Hiçbir doktor hapishanede sürekli görev yapmak istemiyormuş.
O nedenle çevredeki sağlık ocaklarından sırayla pratisyen hekimler birer aylık dönemler halinde geliyormuş.
"Hapishane doktorluğu" diye ayrı bir alan varmış. Son yıllarda bu kadronun doldurulması olanaksız hale gelmiş. Doktorların söylediğine göre 2009 yılında tüm Türkiye'de bu tip doktor sayısı 50 kadarmış.
Erol Hoca ve Fatih Hoca gelince sağlık koğuşun birinci sorunu haline geldi, iki nedenle:
1. Erol Hoca'nın ve Fatih Hoca'nın kendi sağlığı...
2. Fatih Hoca'nın gastroloji profesörü olduğunu öğrenen gardiyanların koğuşa akın etmesi.
Erol Hoca'nın sağlığım ayrı bir bölüm olarak anlatacağım. Fatih Hoca'nın da karaciğer sorunu var. Sık sık enzimlerini kontrol ettirmesi gerekiyor.
Ailelerinde hasta olanlar, ellerinde rapor Fatih Hocaya göstermeye geliyorlardı. Gözlemlediğim kadarıyla Fatih Hoca'nın en mutlu anları, eline raporları, tetkik-Iaboratuvar sonuçlarını alıp sonuca ulaşmaya çalıştığı anlardı.
Uzmanı olmadığı alanlardan da hastalar gelirdi. Fatih Hoca durumu anlattığında, şunu söylerlerdi:
— Kime gidelim, bir pusula yazın! Arada Fatih Hoca'ya takılıyordum: Burası B-9 Gastroloji ve Hasta Nakil Koğuşu.'
Fatih Hoca Yüz Felci
2009 Mayıs ayının son haftasıydı.
Fatih Hoca'yla koğuşun içinde volta atarken yüzünde bir gariplik hissettim. Dudağının bir tarafı sarkmış gibiydi.
Önce kendime bozuldum:
"Oğlum sende görme bozukluğu mu oldu, ne oldu?"
Çaktırmadan gözlerimi oğuşturdum. Yok, Fatih Hoca'nın yüzünün bir tarafı giderek sarkıyor. Konuşmasında hissedilir bozukluk var.
Biraz dinlenme, kahvaltı, gazeteler derken Farili Hoca ya "Hocam yüzünüzde bir şey var gibi, sanki," diye yarım yamalak bireyler söyledim.
"Ben de fark ediyorum," dedi, odasına gitti geldi...
Yüz felci!
Hiçbir bilgim yok, yapabileceğim hiçbir şey yok, Fatih Hoca doktor, neyin ne olduğunu tabii ki çok iyi biliyor.
"Geçici olabilir," dedi...
"Hah," dedim, "tabii ki öyledir!"
Ama giderek artıyordu. Dudağı iyice sarktı.
Hemen revire...
"Biz bir şey yapamayız, sevk edelim. Ama şimdi olmaz. Yarın..."
Fatih Hoca, Erol Hoca için ortalığı ayağa kaldırmıştı. Koridorda, avukat görüşmesi dönüşü avazı çıktığı kadar bağırdığını anımsıyorum:
—Bu adam ölecek... Bu adam 70 yaşında.. .Hayati tehlikesi var. Bir dakika burada durmaması lazım... Bunu bir doktor olarak söylüyorum!
Ancak kendisi için aynı zorlayıcılığı yapmadı.
Ertesi gün Silivri Devlet Hastanesi'ne sevk edildi.
Koğuşta yine yalnızlık! Fatih Hoca'yı o halde geri göndermeyeceklerini, o gün Silivri Devlet Hastanesi'nde yatırıp ertesi gün İstanbul'a göndereceklerini düşündüm.
Etol Hoca hastanede...
Fatih Hoca da gitti...
Yine yalnızlık!
Öğleden sonra 1 saat havalandırmada yürüyüp koğuşa döndüm... Saat 19.00'a doğru demir kapı şangırdadı...
Fatih Hoca,..
Gözünün birini kapatmışlar. Yüzünün bir tarafı yine sarkık...
Ne yüz, ne göz, ne dudaklar...
Fatih Hocanın ilk tepkisi şu oldu:
"Kelepçe taktılar!..."
Hapishaneden hastaneye her tarafı kapalı nakil araçlarıyla gidip geliniyor.
Yüz felci göz tepkilerini de çok zayıflatmış. O nedenle felçli olan taraftaki gözü kapatmışlar. Koğuşta günde ortalama iki kez paspas muz. Yine de toz çıkıyor. B9 koğuşu en uçta ve üstte olduğu için iyi toz alıyor. Ayrıca bu bölümde çok az kalan olmuş. Tavandan, güneş vurunca daha iyi görülen toz ve boya çiseliyor.
2009 Haziran başında Fatih Hoca Silivri Devlet Hastanesinin heyet raporuyla Cerrahpaşa'ya yatırıldı.
Kaldığım B9'un iki yanındaki B7 koğuşunda kalan Ferit Berna'yla Mustafa Yurtkuran'a haber gönderdim, "Fatih Hocanın artık dönmesinin zor olduğunu, onların koğuşuna geçmek için dilekçe verdiğimi söyledim.
Onların koğuşundan gelen haber de şöyleydi:
"Yurtkuran, prostat kanseri. İki ay önce ameliyat olmuştu. Şimdi kalpte sorun var. O da hastaneye gidebilir. Dilekçe yazdık. Seni bizim koğuşa almaya çalışacağız. Geldiğinde burada da tek kişi olabilir."
10 Haziran 2009'da B7'ye taşındım. O gün Yurtkuran doktordaydı. Akşamüzeri geldi.
Olumlu bir edayla şu haberi verdi:
"Yarın hastaneye gidiyorum. Mutlaka kontrol gerekiyor. Prostatta sonraki kontroller önemli. Silivri Devlet Hastanesi heyeti ikna oldu. Kalp de ciddi görünüyor..."
Sevindik!
Hastalığın ciddi olması "tahliye" demekti, "özgürlük" demekti.
Her şey yolunda gitti!
Yurtkuran'ın kalbinde de sorun çıktı! By-pas ameliyatı şart demişler.
Yurtkuran ameliyat oldu. Yoğun bakımdayken, "tahliye" kararı çıktı. Kararı tebliğ için gidenlere, "Şimdi yoğun bakımda, çıkınca tebliğ edersiniz," denmiş, "Hayır," karşılğını vermişler, "biz tahliye kararını imzalatalım, ne olur ne olmaz."
Erol Hoca'nın ardından Yurtkuran da ciddi, heyet raporlarıyla saptanmış, ameliyatla sonuçlanmış sağlık sorunları sonucu tahliye olurken, hükümet medyası olayı şöyle haberleştiriyordu:
"Hastaneyi tahliye yolu edindiler..."
2009 Temmuz başı... Ferit Hoca'yla birlikte kaldığımız günler….
Bir akşamüstü demir kapı şangırdadı. Saat 17.00'ye geliyordu. Bu saatler demir kapının açıldığı saatler değildi.
Koğuşa 4-5 hapishane görevlisiyle aynı davada yargılanacağımız Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'le Emekli Albay Atilla Uğur geldi.
GATA'da tedavi altındalardı.
Oradan, "Silivri'de hapishanede kalmalarında sakınca olmadığı" raporu ile geldiler.
Atilla Uğur sağlıklı görünüyor, ama Levent Ersöz tekerlekli sandelyede Milim kıpırdayamıyor. Kesinlikle bir yardımcıyla birlikte aşaması gerek.
Ferit hoca, "Ben bir doktor olarak söylüyorum, bu durumdaki insan hapishanede kalamaz," dedi. Bunu koğuşa gelen görevlilere söyledi.
Levent Ersöz'ün bacağı sargı içinde. Sağ bacağının üst kısmı ı arasında "et yiyen bakteri" var. Bizim koğuşa gelene dek yedi kez ameliyat olmuş. Küçük tuvaletini sondaya yapıyor. Sondayı de iki kez değiştirmek gerekiyor. Bunu kendisinin yapması olanaksız, yardımcı gerekiyor.
Ayrıca boyun fıtığı ve kalp yetmezliği var.
Ertesi gün öğleden sonra Levent Paşa fenalaştı. Acil revire götürdüler, revir hastaneye göndermek gerek demiş.
Akşam saatlerinde Silivri Devlet Hastanesi'ne götürdüler.
Ferit Hoca başta olmak üzere hepimizin tahmini şu oldu: "Artık geri gelmez."
Gece saat 01.00 sıralarında yattık. Saat 02.30 sıralarında demir kapı gecenin sessizliğinde büyük bir gürültüyle açıldı.
Kapıdaki 3-4 görevli, tekerlekli sandalyedeki Levent Ersöz'ü içeri iteklediler, "Bizim içeri girmemiz yasak, hastaneden geri gönderdiler," deyip gittiler.
Levent Paşa'nın gözleri öfke ve çaresizlik içindeydi.
O an düşündüm:
Bu insanın sonuçlanmamış bir davada yargılanmakta olduğu, hakkında kesinleşmiş hüküm verilene dek suçsuz kabul edilmesi gerektiği bir tarafa...
40 kişinin katili olsa böyle bir muamele ile karşı karşıya bırakılmaması gerekir!
Ertesi gün Levent Paşa'yı ve Atilla Albay'ı bir yan koğuşa, B-8'deki
Hamdı Gökhan Ecevit'in yanına verdiler. Bir gün sonra yine fenalaştı, yine hastane...
Bu kez geri getirmediler.
Ferit Hoca'nın 3 Ağustos 2009'da 3. iddianamenin kabulü ile serbest bırakılmasının ardından Ham di Gökhan Ecevit'le birlikte kalmaya başladım. Onun da sağlık sorunları çıkmıştı.
İki hastaneye gidiş gelişin ardından şu karan aldı:
"Bu koşullarda hastaneye gitmem. Ne olursa olsun, çıktıktan sonra tedavi olacağım..."
Tadilat Dolayısıyla Kapalıyız
Sağlık konusunda bire bir tanık olduğum son durum Anlı Uğur'un yaşadıkları idi.
26 Şubat 2010'da F-7 koğuşundan F-12'ye Tuncay Özkan ve Atilla Uğur'un yanına taşındım.
Atilla Albay Temmuz ayında GATA'dan Silivri'ye gelmişti.
Sağlık sorunları devam ediyordu.
2003 'te kalp krizi geçirmiş.
Aynı yıl hipertansiyon teşhisi konmuş.
2005'te dert biraz daha büyümüş:
Beynin hemen önündeki hipofiz bezinin üzerinde tümör!
Tıp diliyle şu:
Hemorojik Pars Intermedia kisti.
Anlattığı ilk iki hastalık doğrusu çok ürkütmedi. Nezle, grip kadar yaygın.
Son söylediği ürküttü.
İlaçlı tedavi sürüyormuş ama, ayda bir kontrolü şart koşmuş doktorlar.
Atilla Uğur, zaman zaman gözümüzün önünde halsizleşiyor. Mimikleri azalıyor, adeta betonlaşıyor. "Arkadaşlar ben biraz uzanacağım," deyip odasına gidiyor. Uzarsa hayıflanıyoruz. Kapısını tıklatıp, "Bize düşen bir şey var mı, iyi misin" diye soruyoruz.
Çoğunlukla, "Az sonra ineceğim," diyor, çok sonra iniyor.
Mart ayında, geçen yıl GATA'da başlayan tedavisinin devam etmesi için dilekçe üstüne dilekçe verdi.
Yanıt:
“Sizi GATA'ya sevk edemeyiz.”
- Neden?
“Sevk zinciri kurallarını uygulamamız gerekir...”
Silivri'de kurallarını Adalet Bakanlığı'nın koyduğu, sımsıkı denetiimini yine bakanlığın yaptığı sevk zinciri şöyle işliyordu;
Ciddi bir rahatsızlık var.
Önce hapisane revirine çıkılıyor.
Revirdeki pratisyen hekim, "Rahatsızlık ciddi. Hastanede tedavisi gerekir," derse, Silivri Devlet Hastanesi'ne sevk ediyor, iyimser tahminle üç-dört gün içinde hastaneye gidiyor.
Silivri Devlet Hastanesi tedaviyi ben yapabilirim derse işlem orada yapılıyor. Hastalığı ciddi bulursa, ikinci basamak hastaneye sevk ediyor. Doktorun sevk yetkisi yok. Durumu heyete bildiriyor. Heyet üyeleri imzalarsa, sevk yazısı hapishaneye gönderiliyor.
İkinci basamak Haseki Devlet Hastanesi. Buraya gidiş de ortalama bir hafta içinde gerçekleşiyor.
Hasekiye gittiniz. Buradaki doktorlar biz tedavi ederiz derse oradasınız. Eğer hastalık ciddi tetkikleri de gerektiren ağır bir durumsa, yine heyet raporu, yine hapishaneye resmi yazı. Bu arada siz o gün hapishaneye götürülüyorsunuz, sonucu bekliyorsunuz.
Üçüncü basamak, Çapa, Cerrahpaşa, GATA, Siyami Ersek. AtillaUğur daha önce GATA'da tedavi gördüğü için aynı yeri istedi.Hapishane yönetimi, "olmaz" dedi, sevk zincirini kıramayız, GATA zaten mümkün değil ama, öteki basamakları kullanabilirsiniz.'' Atilla Uğur üçüncü basamağı istiyor, hapishane birden başlar diyor.
İkide anlaştılar.
30 Nisan'da Haseki'ye gitti. Uzman doktor Kâzım Korkmaz'ın notu:
"İleri tetkik tedavi için Siyami Ersek Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Hastanesi'ne sevki uygundur."
30 Nisan'dan hemen sonra 20 Mays',ta Siyami Ersek'e gönderildi.
O sabah kendisini "büyük olasılıkla görüşmemek üzere" yolcu ettik.
Hastalığın ciddi olduğunu ikinci basamak hastane de kabul diyordu. Bu, üçüncü basamak demekti.
Bu tür uğurlamaları biliyordum. Erol Manisalı'yı , Fatih Hilmioğlu'nu, Mustafa Yurtkuran'ı böyle uğurlamıştım.
Akşam saat 19.00'a kadar gelmezse tamam demektir, hastanede kalacak.
Gelmedi...
O gece Tuncay'la yeni bir ortak yaşam düzeni kurduk Salatayı Tuncay yapacak, yemeği ben, bulaşık dönüşümlü...
Aradan 5 gün geçti. 25 Mayıs'ta akşam 19.00 sıralarında elin de kocaman siyah çantasıyla çıkageldi.
— Ne oldu?
"Bütün tetkikleri yaptılar."
— Geldiğine göre her şey yolunda, öyle mi?
"Ne gezer... Yatarak tedavi olmam şartmış ama, konuna kararını olduğu için hastane can güvenliği garantisi veremeyeceğini bildirip hapishaneye gönderdi."
— Şimdi ne yapacaksın?
"Can güvenliğimi sağlama garantisi veren bir hastane için uğraşacağım. Öncelikle GATA, olmazsa Çapa..."
16 Temmuz Cuma günü 20 günlük uğraş sonuç verdi, Çapa'ya sevk kararı çıktı. Sabah yine benzer umutlarla kendisini yolcu ettik.
Bugüne kadar olanlardan edindiğimiz deneyimle dönme olasılığını yüksek görüyorduk.
Akşamüzeri saat 18.30 sıralarında spor yaparken dedik ki:
"Yarım saat daha gelmezse yattı demektir..."
Saat 19.00 sıralarında demir kapı şangırdadı.
Yatmamıştı.
Kendisine Çapa 'dan Dr. Çakır'ın mührünü basıp elyazısı ile verdiği yazıyı aynen aktarıyorum:
"Daha önce akut koroner sendrom tanısı ile kliniğimize başvurmuş daha sonra başka bir kamu hastanesinde yatarak tedavi görmüştür.
Hastanın tekrar eden ve istirahatte gelen göğüs ağrıları olması nedeniyle yeniden akut koroner sendrom tablosunun gelişmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Ancak kesin tanı için müşahade altında tutulması, seri EKG ve seri tropenin tayinleri yapılması zorunludur.
Halen Kardiyoloji Ana Bilim Dalı'nda sözü etilen takibi yapacak birimde tadilat nedeniyle yer yoktur.
Acil dahiliye biriminde veya benzer bir sağlık kuruluşunda rakibi gereklidir."
Çapa "tadilat" dolayısıyla kapalıydı.
GATA da "talimat" dolayısıyla kapalıydı.
Bu satırları kaleme aldığım 2010 Temmuzu sonunda Atilla Uğur kalp damarlarında tıkanıklık, beyninde tümör, iddianamesinde terör, Silivri Hapishanesi F-12 koğuşunda geleceği bekliyordu.
Mustafa Balbay –Silivri Toplama Kampı ZULÜMHANE sayfa 244…253
Haberal Hastane, Üniversite Bir de Teterör Örgütü Kurmuş
Yaşasın... Erol Hoca Kansermiş!
Yorum Gönder