düşürmek, toplumu kin ve nefrete sevketmek için kurulan bu alçak tuzağın faillerini ve
arkalarındaki “karanlık” gücü deşifre etmeli...
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sözünün devletin zirvesindeki şahıs tarafından “ilkellik” ilan edildiği, “Türk’üm...” ile başlayan “Andımız”ın “ırkçı söylem” gerekçesiyle okullardan kaldırılmak istendiği, Yeni Anayasa yoluyla bu ülkenin vatandaşlarının resmen “Türk” olmaktan çıkarılmaya çalışıldığı bir ülkede onbinlere tek bir ağızdan, huzur içinde “Hepimiz Türk’üz” dedirtmeyecekleri / dedirtmemek için her yolu deneyecekleri belliydi .
Peki bu “belli” olanı öngörmesi ve gerekli önlemleri alması gerekenler gazeteler, gazeteciler miydi! Bizim mitingin üç gün öncesinden başlayarak “provoke edebilirler” uyarılarımızla gösterdiğimiz “hassasiyetin” binde birini, yeri geldiğinde yumurtaya el bombası muamelesi bile yapan güvenlik güçleri gösteremez miydi!
Pazar günü Taksim Meydanı’nda devreye sokulan “iki ayaklı” provokasyon mekanizması;
1. Türkiye’nin, Türk Dünyası’nın dört bir yanından “Hocalı bir soykırımdır” demek üzere İstanbul’a akın eden onbinlerce kişinin acısını, yasını, kırgınlığını ve kızgınlığını, kendi kirli emelleri doğrultusunda “yönlendirmeyi” denedi.
2. Türk Milliyetçilerinin “ırkçı, faşist” diye yaftalanmalarını sağlayarak “marjinalleştirmek” ve Ermeni ırkçı terörüne gösterdikleri tepkinin meşruiyetini gölgelemek istedi.
HOCALI ŞEHİTLERİNİN
KABİRLERİNE DALDILAR
Provokasyonun birinci ayağının başrolünde “nebbaşlar” vardı. Kendi dünyalıklarını yapmak için ellerini Azerbaycan Türkleri’nin kabirlerine daldırdılar. Hocalı’da katledilenlerin kanı üzerinden, lime lime edilmiş bedenleri üzerinden, geride kalanların yası üzerinden kirli emellerine ulaşmayı denediler.
Hesaplarınca kürsüyü işgal edip “Hocalı’da olan neyse Humus ve Hama’da da olan odur” diyerek onbinlerin öfkesini Suriye’ye yönelteceklerdi... “Soykırımcı” Sarkisyan, Ohanyan ve diğerleri yargılansın/cezalandırılsın diye haykırmaya gelenlere Beşar Esad’ı yuhalatacaklardı; kazdıkları kuyuya düştüler, kendileri yuhalandılar.
“Soykırım” telini için toplanan kalabalığa “Savaş değil barış” diye slogan attırmaya çalıştılar (sanırsın güzellik yarışmasında ‘en büyük dileğin nedir’ jüriye kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar):
“Dünya barışı istiyorum... Çocuklar ölmesin istiyorum” ..
İyi de madem çocuklar ölmesin istiyorsun, en azından çocukları öldürenlere “katil” diyebilmelisin değil mi!
En azından cezalandırılmaları talebini yüksek sesle dillendirebilmelisin! “Barış” diyerek Hocalı’da katledilen Azerbaycan Türkleri’ni bir “savaş”ın “öteki tarafı” olarak konumlandırmaktan kaçınabilmelisin. Her şeyden evvel de o mikrofonu eline alıp nutuk atmayı bildiğin gibi Azerbaycan’ın işgal altındaki Türk topraklarının adının “Karadağ” değil “Karabağ” olduğu bilmelisin ki, Pazar günü Taksim’de olduğu gibi onca insanı haline kendine güldürmeyesin!
Kürsüden yapılan “barış” çağrısını duyunca Azerbaycan’dan gelenler acı acı birbirlerine baktılar:
“Biz yanlış bir yere mi geldik acaba?”
Nihayetinde iş “Azerbaycan halkı” diye slogan attırma noktasına varınca, o ana kadar “misafir” oldukları için olup bitene müdahale etmek istemeyen Azerbaycan milletvekilleri isyan ettiler:
“Biz Türk’üz!”
Sonuç:
“İlk ayaktakiler” Taksim Meydanı’ndaki onbinlerin “şuur duvarı”nı aşmayı, kitleye kendi istedikleri mesajı verdirmeyi beceremediler.
TAHRİK GÜCÜ YÜKSEK
CANLI BOMBA EYLEMİ
Gelelim provokasyonun “ikinci ayağına” ...
İlkinin aksine “ikinci ayakta”kiler “görevlerini” başarıyla yerine getirdiler; “tahrik” gücü yüksek canlı bombalarını kalabalığın arasına sızdırıp, Türk Milliyetçilerini karalamak için hazır bekleyenlerin ihtiyaç duyduğu malzemeyi verdiler. Toplumun hafızasına pusetinde “Hepimiz Türk’üz” dövizi taşıyan bebeklerin masumiyeti ile kazınacak olan miting sayelerinde “ırkçı gösteri” damgası yedi!
Oysa Türk Milliyetçileri Taksim’e “Ermenilere nefret kusmak” üzere değil Hocalı’da Ermeni işgalcilerin yaptığı soykırımı dünyaya tanıtmak üzere gelmişlerdi. Azerbaycan Türklerinin acısını paylaşmak, “haklı davaları”na destek vermek istemişlerdi. Ama o pankart hepsinin, her şeyin önüne geçti:
“Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz...”
Elinde bu alçakça ifadenin yazılı olduğu pankartla gazetecilere sırıta sırıta poz veren kişi/kişilerin Türk Milliyetçisi olmadığından adım kadar eminim. Hangi Türk Milliyetçisi Türkiye ve Azerbaycan’ı haklı davasında haksız duruma düşürmek ister?
Türk Milliyetçiliği ne fikri, ne siyasi zeminde bir reaksiyon hareketi değildir. Türk Milliyetçiliğinin binlerce yıl önceye dayanan bir tarihi, bir felsefesi vardır; ve bütün bunlar çağlar öncesinden bugüne “küfür”le değil, diğer milletlere “hakaret”le değil, “nefret”le değil siyasal-sosyal ve kültürel hayatı düzenleyen kurallarla aktarılmıştır; edebiyatla aktarılmıştır, mimariyle aktarılmıştır, kılık-kıyafetle aktarılmıştır, adlarla aktarılmıştır...
Hocalı mitinginde açılan o pankart Türk Milliyetçiliği’ne hizmet değil ihanettir!
Daha kuvvetli bir ihtimal ki; o pankart Türk Milliyetçilerine kurulmuş olan iğrenç bir tuzaktır!
Bundan sonrası toplumun huzur ve güvenini sağlamak/korumakla yükümlü emniyet güçlerinin sorumluluğundadır.
O pankartın açılmış olmasının vebali Türk Milliyetçilerinin değil, sair zamanda yazılmamış kitabı dahi “silah” yerine koyan, sair zamanda daha “a” derken insanların ağızlarına yapışan velakin Taksim Meydanında onbinlerin içinde “Ogün Samast oley” diye bağıran “on kişi”yi oradan uzaklaştırma gereği duymayan, dediğim gibi tahrik gücü yüksek bomba niteliğindeki “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartının o meydana sokulmasına, açılmasına göz yuman emniyet güçlerinindir.
Dolayısıyla kin, nefret duygularını körükleyen, insanları çatışmaya kışkırtan, hakaret içeren bu pankartı taşıyanlar, o provokatif sloganları atanları bulmak, sorgulamak, kimlikleri ve niyetlerini deşifre etmek görevleridir.
MİTİNG BU RESİMLE ANILMALIYDI
Kalabalığın içine sızdırılan bir grup provokatörün açtığı o çirkin pankart olmasaydı, Hocalı mitingi, pusetinde “Hepimiz Türk’üz” dövizi taşıyan bu bebeğin masumiyeti ile anılacaktı. Kamuoyu Hocalı’da bu bebek kadarken katledilen çocukları hatırlayacaktı. Ama en temiz duygularıyla,
vicdanlarıyla Taksim’e koşan insanlar, komplocular yüzünden “faşist” diye yaftalandı.
BASINDAN SEÇMELER
Gazetecilerin susturulmasına tepki
CHP’de kurultay dışında iş yapan milletvekilleri de var. Garip ama, işte böyle çalışanlar da var.
Üç CHP milletvekili Rıza Türmen, Oktay Ekşi, Binnaz Toprak basın toplantısı düzenleyerek, sayısı hızla artan “susturulan gazeteciler” gerçeğine dikkat çekiyor.
Ece Temelkuran, Mehmet Altan’dan sonra işinden olan gazeteciler kervanına Milliyet’ten Nuray Mert de katılıyor. Üç milletvekilinin gözlemi şöyle:
“İktidarın sevmediği gazetecilerle ilgili elinde iki liste var, ilki hapse gönderilecek gazeteciler, ikincisi susturulacak, işlerinden attırılacak gazeteciler. Hiç bir demokraside görülmeyecek bir skandal. Medya patronları ve çalışanlar bugüne kadar örneği görülmemiş bir baskı altında.”
Ulusal medya dışında, yerel medyada da benzer kıyım devam ediyor.
Yalçın Doğan / Hürriyet
13 gün oldu hâlâ cevap yok
Dün 12’ci gündü. Bugün 13’cü gün de doldu. Kamu İhale Kurumu’nda yöneticiler ve raporterlere rüşvetler vererek “devlet ihalelerini adrese teslim hale getirdikleri” iddiasıyla Savcı’nın ifade vermeye çağırdığı 4 işadamı hala gelmedi. Bunlar Tayyip Erdoğan dönemi zengini işadamları. Gizleniyorlar. Niçin? 100’den fazla ihalede büyük yolsuzluk belirtisi saptayan savcının dosyadan el çektirilmesini mi bekliyorlar?
Necati Doğru / Sözcü
Yorum Gönder