Hiçbiri “Oh ne de iyi yapmışlar Azerbaycan Türklerine” demedi. Aksine Hocalı katliamının “Ermenistan’ın yakın geçmişindeki kepaze bir sayfa, kapkara bir leke” olduğunu vurgulayarak başladılar yazılarına. Bu, daha sonra yazacakları için ihtiyaç duydukları “meşruiyet alanı”nı yaratmalarını sağladı. Hocalı katliamını “onlar da kınadığına, onlar da Ermenistan’ı ağır dille suçladığına” göre artık “ama” demeye hakları vardı....
ON KİŞİ YÜZÜNDEN ONBİNLER “IRKÇI” DİYE YAFTALANDI
Hasan Cemal, ne ironik ki adı Milliyet olan gazetede milliyetçiliği hep yaptığı gibi ırkçılıkla özdeşleştirdi ve kaçınılmaz sonucunun nefret söylemi olduğunu ifade etti:
“Taksim Meydanı’ndaki Hocalı Katliamı mitinginde milliyetçiliğin, ırkçılığın, nefret söyleminin bütün olumsuzlukları ortalığa saçılmıştır.”
Cengiz Çandar’ın Radikal’de yazdıkları da aynı minvaldeydi:
“Hocalı Katliamı’nın 20. yılında anma bahanesindeki “nefret söylemi”, uç veren “ırkçılık” ve Hocalı üzerinden karşı atak hazırlığını ortaya koyan milliyetçi-ulusalcılığın “başkaldırısı”yla doğrulandı.”
Amberin Zaman, Habertürk’teki köşesinde on kişi yüzünden vakar içindeki onbinleri itiraz edilmesi zor olan şu cümlelere hapsetti:
“Onları ırkçı slogonlarla anmanın aslında Hocalı’da yaşamlarını yitirenlere en büyük hakaret olduğunu düşünüyorum; çünkü onlar da ırkçı, intikamcı cinnetin kurbanıydılar. Nur içinde yatsınlar.”
Taraf’tan Murat Belge, “ırkçıların mitingi” yaftacılarını böyle destekledi:
“Irkçıların Hocalı’yı bahane ederek yaptıkları mitingi bana göre en iyi biçimde izleyen ve değerlendiren Radikal olmuştu. Bunun Hocalı’da ölenler için duyulan acının sonucu olmayıp, “düşman” belledikleri herkese nefretlerini dışa vurmak için bir vesile olduğunu, bu tür milliyetçilik yapanların, protesto ettikleri karşı tarafın katilleriyle özdeş olduğunu... pek güzel anlatmışlardı Radikal’in yazarları. Bunlara ekleyeceğim bir şey yok.”
SOYKIRIMA KARŞI ÇIKANLARI KATİLLERLE BİR TUTTULAR
Ergun Babahan, “Dertleri Hocalı Katliamı’nın hesabını sormak veya kınamak değil” dedi ve Star’daki köşesini medya mahkemesine çevirip hüküm verdi:
“Asıl dertleri, “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek yürüyüp Hrant Dink cinayetinin hesabını soran yığınlara gözdağı vermek.
Bunu da en banal, en bayağı biçimde yaptılar.
Kanlı geçmişin hesabını soranları piç ilan ettiler.
Nefret eylemlerinin hesabını sormak haktır ama bunu yeni nefret söylemleriyle yapmak açık olarak suçtur.”
Ahmet Altan, bir bir tükürükledi -bir fırsat çıksa da alınlarına yapıştırıversem- diye beklediği etiketlerini:
“Güya Hocalı katliamını protesto etmek için bir yürüyüş yapılıyor ve birden bire hedef “Hrant Dink’in öldürülmesine” karşı sesini yükselten insanlar oluyor.
“Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartları açılıyor.
“Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede” diye sloganlar atılıyor.
“Beyaz şapkalı” gruplar AGOS Gazetesi’ne yürümek istiyor.
Tam anlamıyla ırkçı ve faşist bir gösteri, ölümü, cinayeti, suikastı meşru göstermeye çabalayan bir şoven kabarma...”
Daha ne olsun;
O haklı dava E.A. gibilere “meze” edildi.
O dövizi hazırlayan, o alana sokan, taşıyanlarla aynı dili kullanan Birgün birinci sayfasından cevap verdi:
“Hoşt, hoşt...”
Evrensel Hrant Dink cinayetinde “örgüt” bulamayanlara Taksim Meydanı’nı hedef gösterdi!
AHMAKLIĞIN NEYE MAL OLDUĞUNU GÖRÜN
Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can, eğer ihanet yahut provokasyon değilse ahmaklık olan bu davranışın neye malolabileceğine dair üzerinde düşünülmesi gereken şu karşılaştırmayı yaptı:
“Tarih 25 Ekim 2003.
Anıtkabir’e cüppeleriyle gelmiş rektörler...
AK Parti Hükümeti’nin hazırladığı yeni YÖK tasarısından dolayı hepsi öfkeli. Tandoğan Meydanı’ndaki ‘Cumhuriyete Saygı Mitingi’ne katılıp Atatürk’e bağlılıklarını bildirecekler. (...) Hükümet aleyhine atılan sloganlar, pankartlar hayli provokatif. Fakat bir tanesi var ki... Adeta o günlerden Ergenekon davasının fitilini ateşledi... Darbeye çağrının sembolü haline geldi. ‘Atatürk Gençliği’ imzalı 15 metrelik dev bir pankart. Onlarca döviz... Hepsinin üzerinde aynı slogan: ‘Ordu Göreve!’
Ortaya çıkan tablo şu:
‘Cumhuriyete saygı’ adı altında cumhuriyet, demokrasi ve hukuk devletiyle hiç alakası olmayan hayli ’sorunlu ve saygısız bir miting.’
Her ne kadar pankartı açanlar bulunamasa da ‘Ordu Göreve’ davası halen sürüyor...
Şimdi gelelim ikinci mitinge.
Tarih 26 Şubat 2012.
Hocalı katliamının 20. yıldönümü nedeniyle binlerce kişi ellerinde Türk ve Azeri bayrakları Taksim Meydanı’nı doldurdu. (...) Bir ‘acıyı’ paylaşmak için gidilen mitingden geriye ’utanç verici pankartlar’ kaldı.
‘Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz.’
‘Bozkurtlar burada Hrantlar nerede?’
Hâlâ bulamadınız mı benzerliği...”
Ve Ahmet İnsel’in yine Radikal’de, Eyüp Can’ın yazısıyla birlikte değerlendirildiğinde hayli manidar olan şu özdeşleştirmesi:
“Bugün Ergenekon davasının Veli Küçük ve avanesi türünden sanıkları, yattıkları hücrede, otuz yıl önce hapishanede hayıflanan ülkücüler gibi, “Fikirlerimiz Taksim’de, biz hapisteyiz” diye herhalde hayıflanmışlardır.”
Anladınız mı şimdi mevzunun nereye sürüklendiğini/sürükleneceğini?
Bile isteye yapıldıysa “ahmaklık” tan başka bir şey olmayan,velakin benim hâlâ provokatörlerin işi olduğuna inanmak istediğim o davranışı Türk Milliyetçilerini hangi zemine kaydırmak üzere kullanmaya çalışacaklarını anladınız mı?
ELE VERİR TALKIMI...
Ha yukarıdaki satırları yazanlar sütten çıkma ak kaşık mı meselesine gelirsek...
Yazılarından alıntı yaptıklarımdan bazılarının adları “provokatör” kelimesiyle “eşanlamlı” hale gelmiş durumda. Toplumu/toplulukları tahrik konusunda “ordinaryüs” ilan edilmeyi hak edenler var aralarında.
Hocalı mitingini değerlendiriken, münferit bir olayı onbinlere mal etmiş olmaları, on kişi yüzünden Taksim dolusu insanı mahkum ettirmeye çalışmaya kalkışmaları da gösterdi ki “hakkaniyet” kavramına kendileri de eleştirdikleri zihniyet kadar uzaklar. “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına da yapma” ahkamı kesiyorlar ama bu eleştiriyi o dövizle gururlananlar kadar kendileri de hakediyorlar...
Velakin bu yazıları yazanların kimliği, o dövizin -tam da bu insanların dört gözle beklediği gibi- o meydana sokulmuş olduğu gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki.
Belki bu insanlar, yazıma itiraz eden kimilerinin dediği gibi “o malum döviz olmasaydı da aynı şeyleri söyleyecekti”.
Bir; bunu şimdiden bilemeyiz, kimse hakkında yapmadıkları bir şey yüzünden “ama yapacaklardı” diye hüküm veremeyiz. (Onlar veriyor olsalar bile!)
İki; sorun da zaten bu, yani Türkiye’de Türk Milliyetçileri’ni karalamak üzere -avını bekleyen sırtlan gibi- tetikte bekleyen bir grubun varlığını bile bile o dövizin kaldırılması ve haklı bir davayı savunan kitlenin haksız duruma düşürülmesi değil mi!
Hadi “yukarıdakiler” zaten önyargılıydı Taksim’e gelenlere karşı. Ya 26 Şubat günü Milliyet’teki köşesinden “Taksim’e gel” çağrısı yapan Melih Aşık’ın dün yazdıkları:
“Ermenilerin Hocalı katliamını kınamak için düzenlenen yürüyüşte fanatik, ırkçı pankartlar taşınması ve yer yer Hrant Dink cinayetini olumlayan sloganlar atılması yüz kızartıcıdır...
Bu ırkçı ve fanatik tavırları sergileyenler kaç kişidir, o gün yürüyen toplulukta kaç kişiyi temsil ediyor bilmiyoruz. Bir davanın haklılığı böyle anlatılmaz, onu biliyoruz.”
Bunlar da “Türk’üm” demekten gocunmayan bir yazarın
satırları.
Peki haksız mı?
Tek celsede beraat
ÖTV zammını eleştirenlere “Kalkıp da Porsche kullanacağına gel Fiat kullan ne olacak” diyen Tayyip Erdoğan’a “Peki aynısını sen de yapacak mısın” anlamına gelen bir dizi soru yönelttiğim “Millete söyleyene bak” başlıklı yazımdan dolayı Başbakan’ın avukatları hakkımda suç duyurusunda bulunmuştu.
“Şeref ve haysiyete ağır saldırıda bulunduğumu”, “hakaret ettiğimi”, “yalan ve yanlış yorumda bulunduğumu” iddia etmişlerdi.
Onlara kalsa milletten “kemer sıkması” nı isteyen Erdoğan’ın şahsında temsil ettiği “hükümet” ve “devlet”in kemer sıkmasını istemek, “rol model” konumunda olmalarından yola çıkarak ailecek kemer sıkıp topluma örnek olmaları çağrısında bulunmak suçtu. Ve ben bu suçu avukatın ifadesiyle “siyasi düşüncemin hakimiyetinde” kalarak işlemiştim!
O yazının hiçbir yerinde benim siyasi düşünceme dair bir ifşaat olmadığı halde avukat beyin bu kanıya nasıl vardığını düşünmek bile istemiyorum.
Nihayetinde bitti; İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dava, çıkarıldığım ilk duruşmada yazdıklarımın “ağır eleştiri” niteliği taşıdığı ve “basın özgürlüğü” çerçevesinde olduğu gerekçesiyle “beraat”le neticelendi.
Yorum Gönder