“Her 10 Kasım'da Atatürk'ü neden mi çok büyük bir özlemle ve minnetle anıyoruz?” İşte Yanıtı: Atatürk'ün Cumhuriyeti yoksul, perişan, cahil, yılgın, moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir “birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.
Atatürk, cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923'te İsmet Paşa'yı köşke davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı' dan devralınan mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz...” diye başlamıştır.
Atatürk, 19 Ocak 1923'te İzmit'te halka yaptığı konuşmada ülkenin içinde bulunduğu yoksulluktan şöyle söz etmiştir:
“Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok yoksuldur; sefil ve çıplaktır.”
Atatürk çok haklıdır... Osmanlı' dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk ve bir de bağnazlıktır.
Osmanlı'dan Cumhuriyete kalan miras
Osmanlı döneminin sonunda ülke “Yoksul bir köylü devleti”
görünümündeydi
|
Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40.000 köyün 37.000'inde ne okul var, ne yol var ne posta ne de dükkan. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2'si okur-yazar. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var. Kurtuluş Savaşı sırasında 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen düşman tarafından yakılmıştır. Yanan bina sayısı 114.408, hasar gören bina sayısı ise 11.404'tür. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor. Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor. Türkiye' deki toplam karayolu uzunluğu 2500 km kadar. 3756 km demiryolu var Anadolu'da. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım. Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüş.Toplam nüfusun % 82'si tarımla uğraşıyor. Toplam ulusal gelirin % 58'i tarımdan sağlanıyor. Tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az. Güya tarım ülkesiyiz ama çok az tarım mühendisimiz var. Ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Ayrıca köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok.
Doğu'da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var. Her yerde tefeciler, vurguncular, savaş zenginleri halkı eziyor. Tüm Türkiye' de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30 bin kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye'deki toplam eczacı sayısı 60. Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Nüfusun % 14'ü sıtmalı, % 9'u frengili, % 72'si tifüse yakalanabilecek durumda. Evlerin % 97'sinde tuvalet yok. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema yok... Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar belimizi bükmüş, Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi devlet içinde devlet olmuş durumda. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız. Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Bunların yalnızca % 9'u devlete ait. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15'i Türklerin, % 85'i yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Osmanlı'dan bize kalan sadece dört fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları. Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.
Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir gibi bazı kentlerde var. Yunanistan' dan gelen göçmen sayısı 400.000'i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin %7'si, kadınların %4'ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %1 bile değil.
Türkiye'de toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Bu ilkokullarda 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul, bu orta okullarda 5905 öğrenci var. Tüm ülkede sadece 23 lise var. Bu liselerde 1241 öğrenci var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen.
Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş. Halk kitap okumuyor. 1729'dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı'da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı'da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000'i geçmiyor.
Gazete ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor. Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, resim yok, heykel yok, spor yok, evrensel ve ulusal müzik yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda. Halk akla ve bilme çok uzak. Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar. Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeni ile Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil.
Bir çok tarikat hayata yön vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları had safhada.
Falcılar, büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok
yaygın.
600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış.
Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker
olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.
Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile
çağa uymayan bir durumda.
Kılık kıyafet, Atatürk'ün deyişi ile, “ne milli ne beynelmilel, gülünç
durumda”. Halk her bakımdan çağdaş dünyanın çok gerisinde; ağırlık,
uzunluk ölçüleriyle, giyim kuşamıyla adeta ortaçağı yaşamaya devam ediyor gibi.
Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın
kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla
“reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları,
gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman
Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş.
İşte Cumhuriyet mucizesi bu korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine
çevirmiştir. Bu yokluk, yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve
çevresindeki “devrimci kadro”, sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya
parmak ısırtacak bir başarıya imza atmıştır.
Üstelik Atatürk, Cumhuriyet mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir
büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı), irili ufaklı çatışmalar, iki kısmi seferberlik
ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır. Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan
çok fazla borç almadan kalkınmayı başarmıştır.
Cumhuriyet, İzmir İktisat Kongresi ile başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe,
açık diplomasi, “yurtta barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir.
Milletler Cemiyeti'ne ancak davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma
hızı, %20 sanayileşme hızı yakalamıştır. Son beş yılda ise, bir büyük isyan
(Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa rağmen
Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını, demiryollarını,
kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir. Halkçılık ilkesi doğrultusunda
halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları, köy okulları, millet
mektepleri, enstitüleri, yüksek okulları ve üniversitesini kurarak halkı
bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri kalmış
bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden bakılırsa bakılsın bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet Mucizesi'dir.
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 1 Sinan Meydan
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 2 Sinan Meydan
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 3 Sinan Meydan
Yorum Gönder