Ombudsmanlık 1809 yılında ilk kez İsveç’te
kurumsallaşmış, 1919 Danimarka’dan başlayarak
İskandinav ülkelerinden dünyaya yayılmış, 20. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla,
birçok gelişmiş demokraside yer bulmaya başlamıştır.
Artık çağdaş ülkelerde iktidarın, idarenin işlem eylemleri karşısında
vatandaşın şikâyetlerini inceleyecek, onun haklarını koruyacak, yargının yanı
sıra bir kurum daha vardı.
Türkiye ise ombudsmanlık kurumu İsveç’te
ortaya çıktıktan 150 yıl sonra bile idarenin tüm eylem ve işlemlerinin yargı
denetimine tutulmasının siyasal mücadelesini vermekteydi ve bu amaca 1961
Anayasası ile varıldı.
Ancak 1961 Anayasası’nın 114. maddesinde
“İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu
açıktır” hükmü yer alabilmiştir.
İdarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tutulması bile
çok partili yaşam içinde on yıllık dişe diş bir mücadeleyi gerektirmiş ve ne
yazık ki ancak bir askeri darbeden sonra gelen anayasayla yaşama geçmiş olması
da demokrasimiz adına utançtır.
Bu utancın askere mi, yoksa sivile mi ait olduğunu ise takdirlerinize
bırakırım.
Yine 1961 Anayasası ile getirilmiş olan anayasal denetim mekanizmasının
ise işbaşındaki iktidarın hâlâ içine sinmediğini belirtmeye bilmem ki gerek var
mı?
***
Başta başbakan olmak üzere, AKP iktidarının,
CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne
yaptığı başvuruları halka şikâyet etmesi bu çarpık zihniyetin
ürünüydü.
Gerçekten de anayasal denetim, bütün uygar ülkelerde var olan bir
demokratik kurum olduğuna göre, bu yola başvurulmasının milli egemenliğe aykırı
olarak yorumlanmasını anlamak mümkün değildir.
Ama demokrasiyi salt sandığa indirgenmiş totaliter buyurgan bir
“en fazla oyu alanın
diktası” olarak algılayan kafalara bu gerçeği anlatmak
tabii ki mümkün değildi.
Böyle bir ortamda bir tür ombudsmanlık olarak nitelendirilebilecek Kamu
Denetim Kurumu’nun yaşama geçmesinin ihtiyatlı bir
iyimserlikle karşılanması doğaldı.
İyimserlik idarenin her türlü denetiminin demokrasiyi güçlendireceği
düşüncesinden kaynaklanırken tereddütler de bu demokrasi anlayışının böyle bir
denetlemeyi hiçbir şekilde kabul etmeyip, etkisiz kılacağı endişesinden
doğuyordu.
Nitekim öyle de oldu. Başbakanın yakını olan geçmişi
tartışmalı Nihat Ömeroğlu Kamu
Denetçiliği Kurumu Başdenetçisi olarak seçildi.
Türkiye’nin
İşveç’ten yüz yıl sonra kendi ombudsmanına
kavuşmasını, olayın iç yüzünü bilmeyenler olumlu bir adım olarak
destekleyebilirler.
***
Ama ne yazık ki durum bu değildir.
Türkiye’nin ilk ombudsmanı iktidara
yakınlığıyla tanınmaktadır.
Bunun başka türlü olmasını beklemek abesti ve böyle bir gelişme bu
iktidarın tabiatına aykırı olurdu. Aslında büyük bir aldatmacadır söz konusu
olan. İstenen totaliter baskı rejimini demokrasi giysisi altında
saklamaktır.
Tıpkı 12 Eylül 2010 referandumunda olduğu gibi.
O oylamada da iktidar, askeri vesayetten ve onun eseri olan 12 Eylül
Anayasası’ndan kurtulmak amacını taşıdığını
söylüyordu.
Önerileri kabul edilince herkes gördü ki askeri vesayetin yargısından
çok daha ağır koşullar yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. 12 Eylül 2010
referandumuyla oluşturulan yargı, 12 Eylül
Anayasası’nın bile ötesinde sımsıkı siyasi iktidarın
denetimine sokmuştur.
İleri demokrasinin kurumlarını, totaliter diktanın pekiştirmesi için
kullanma yöntemlerinin bir yeni örneğidir, alaturka Ombudsman Mehmet Nihat
Ömeroğlu.
Yorum Gönder