Atatürk, Kurtuluş Savaşı boyunca, emperyalist kuşatmayla
çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede "milli egemenlik"
ilkesi doğrultusunda hareket etmiş, "ille de meclis, önce meclis"
diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM'yi açmış, bütün bir ölüm kalım
savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürütmüştür.
Daha sonra "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyerek 600
yıllık Osmanlı saltanatını yıkmış, siyasal kültürü yaratmak için bir siyasi
parti kurmuş (CHP),
Cumhuriyeti ilan etmiş, hilafeti kaldırmış ve kadınlara seçme seçilme hakkı
vererek iktidarı denetlemek için bir parti daha kurup (SCF) demokrasinin alt
yapısı hazırlamıştır. Atatürk böylece, 600 yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler
tarafından "rai" (çoban), "reaya" (sürü) mantığı ile
güdülen bir "kul" kitlesinden, özgür iradesiyle kendi kaderini
kendisi belirleyen "bireyler" yaratmıştır. Cumhuriyet sayesinde
"kul" bireye, "ümmet" millete dönüşmüştür. Bu gerçek
anlamda "devrimci" bir dönüşümdür. İslam dünyası hâlâ Atatürk'ün
yüzyılın başında yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir.
İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik
işleyişe sahip olan ülke sayısı Avrupa'da 5 Amerika'da 5 olmak üzere toplam
10'dur. Türkiye de bu 10 ülkelerden biridir. 1920'de dünyada, sadece 35
anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938'de 17'ye düşmüştür. Türkiye
de bu 17 ülkeden biridir. 1944'de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12'si anayasal
düzen ve meclise sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye
de bu 12 ülkeden biridir. Türkiye, "kadınlara seçme seçilme hakkı verilmesi"
konusunda İslam dünyasında 1. Avrupa'da 7. Dünya'da 12. sıradadır. Demokrasi ve
kadın hakları konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye'nin
bu başarısı, kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır.
Avrupa'da faşist diktatörlüklerin kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi,
"İnsan ırkının ümidi" ve "daima yükselen bir deniz" olarak
adlandırmış, demokrasiyi yücelten Medeni Bilgiler adlı bir kitap yazmış ve bu
doğrultuda Türkiye'yi demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan
sonra Türkiye 1946'da çok partili hayata 1950'de de demokrasiye geçmiştir.
Atatürk, 600 yıldır Türkleri "etrakı bi idrak" diye merkezden çevreye
dışlayan, onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen
Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma
karşılığında onların aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete
son verip Türkleri yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır.
Cumhuriyetle Türklere devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat
soylularının elinden alınarak halka verilmiştir Cumhuriyetle birlikte,
yüzyıllar sonra ilk kez ülkemizde dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan
sıradan halk kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan olabilmişlerdir.
Yakın tarihimizde, "halkın içinden gelmekle" övünen kişilerin ülke
yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk'ün ve Cumhuriyetin
Osmanlı' nın dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk
ve genç Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler,
Atatürk Cumhuriyeti'ni "jakoben" (tepeden inmeci) ve
"seçkinci" olarak adlandırabilmişlerdir.
Atatürk, Türk Tarih Kurumu'nu, Türk Dil Kurumu'nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi'ni kurmuş, Türk Tarih Tezi'ni ve Türk Dil Tezi'ni geliştirip
Türkçenin yapısına uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri)
kabul etmiş, Türk ağızlarından tarama ve derleme çalışmalarıyla unutulmaya yüz
tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı'da tarihini, dilini,
dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen Türklere yeniden
dilini, tarihini; kısaca milli kimliğini anımsatmıştır."Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diyerek de
Türkiye'deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızın "Türk
milleti" diye adlandırmıştır.
Atatürk, 1928'de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet
Mekteplerini açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi
açılmıştır. Bunun 18.589'u şehirlerde, 35.46'sı köylerdedir. Bu okullarda
toplam 46.000 öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet
Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip
diploma almıştır.
Millet Mektepleri'nde 1929-1936 tarihleri arasında ise 2.546.051 kişi yeni
yazıyı öğrenerek diploma almıştır. Millet Mekteplerinde hiç okuma yazma
bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968' ine okur-yazarlık belgesi verilmiştir.
Türkiye'de 1927 yılında okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda % 4 iken,
harf devriminden 7 yıl sonra, 1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon)
okur-yazarlık oranı % 19,2'ye yükselmiştir. Başka bir ifadeyle Türkiye'de
sadece 7 yıl gibi kısa bir sürede okuma-yazma oranı neredeyse % 150 oranında (3
kat) artış göstermiştir. Okuma-yazma oranı sürekli artarak 1940-41'de % 22,4'e
yükselmiştir.
Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur. Köy eğitmenleri
projesiyle Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler
gönderilmiş, bu öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy
halkına hem okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür, konularında temel
bilgiler vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el
sanatları gibi konularda halkı eğitmiştir.
1940'ların ortalarına kadar 7000 köye okul götürülmüştür. Atatürk döneminde 40
kız enstitüsü açılmıştır. Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında da
büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936 yılları arasındaki 12 yılda ilkokul
sayısı % 25'lik bir artışla 4.894'ten 6.112'ye çıkmış; 1936-1946 yılları
arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146'lık bir artışla 6.112' den 15.009'a
çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk dönemde % 92, ikinci dönemde ise %
114' tür.
İsmail Hakkı Tonguç' un verdiği bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış
köylerde olmuştur. Bu dönemde okul sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki
artış ise % 119'dur.
Atatürk, tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son vererek,
falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele ederek, hurafelerin
bataklığında debelenen bir topluma "gerçek dini" göstermek için çok
ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele etmiştir. Dine ve
dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir.
Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal
kitap Kuran-ı Kerim'i ve sağlam hadis kaynaklarım Türkçeye tercüme ettirmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari'nin Hadis Kaynağını
on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz olarak dağıttırmıştır.
1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır.
Bu kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri
(19'ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12'şer cilt),
247.000 adet din kültürü eserleri... Buna karşılık, şeri bir imparatorluk
olarak bilinen Osmanlı'da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300
yıllık bir dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11
ahlak, 44 değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap yazılmıştır.
Yani Osmanlı'da yaklaşık 300 yıl boyunca dini içerikli toplam 143 eser
yazılmıştır.
Görüldüğü gibi kimilerince "dinsizlikle" suçlanan genç Cumhuriyet'in
dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı "dindar" diye adlandırılan
Osmanlı'da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından çok daha fazladır: 300
yılda sadece 143 dini esere karşılık (el yazması Kuran'lar bu rakama dahil
değildir), 25 yılda 352.000 takım dini eser.
Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş hukuka, akıl ve
bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son vermiş, din adamlarıyla
devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını ayrıştırmıştır. Laiklik ile
bir taraftan dinle dünya işleri birbirinden ayrılırken, diğer yandan "Kimsenin
inanışına engel olunamaz... Biz düşünceye ve inanışa saygılıyız..."
denilerek inanç ve ibadet özgürlüğü anayasal güvence altına alınmıştır.
Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini kendi kontrollerine
almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Türk
çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için çalışmalar
yaptırılmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu
derslerde 3. ve 4. sınıflarda "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri"
adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı
bölümlerini bizzat kaleme aldığı "Medeni Bilgiler" ve "Tarih
II" kitaplarında, eleştirel bir yaklaşım ortaya koyarak gençlerin
"din" konusuna bile "akılcı" ve "eleştirel" bir
gözle yaklaşmalarına önayak olmuştur. 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na
göre İstanbul Darülfünun'u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar
vermiştir. Üniversite Reformu'ndan sonra bu kurum Yüksek İslam Enstitüsü'ne
dönüştürülmüştür.
İlk imam-hatipler ve ilk Kuran kursları da 1924'ten itibaren açılmaya
başlanmıştır. Camiler açık olmuş, ezanlar susmamış, ibadet devam etmiş, dini
bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır. Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş
Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır.
Örneğin, Eskişehir'in Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk'ün verdiği
5000 lirayla yeniden yaptırılmıştır. Atatürk, Kuran'ı ve hutbeleri
Türkçeleştirirken "namaza çağrı" anlamına gelen ezanı da
Türkçeleştirmiştir.
Ezandaki Arapça "Allah'u ekber" yerine Türkçe "Tanrı
uludur" ifadesinin kullanılmaya başlanmasını "dinsizlik" olarak
yorumlayanlara şunu hatırlatmak gerekir: "Tanrı" adı,
"Al-lah"ın en eski adlarından biridir. "Allah" adı ilk kez
MS, 600'lerde kullanılırken, "Tanrı" adı MÖ.3000'lerde Sümerlerde
"Dingir", MS. 700'lerde Türklerde "Tengri" biçiminde
kullanılmıştrr. Tarihimizde Cumhuriyet'ten çok önce de "Tanrı" adı
kullanılmıştır. Örneğin, Yunus Emre ve Süleyman Çelebi, Yaradan'dan söz ederken
hem "Tanrı" hem "Allah" adlarını kullanmışlardır. Hatta
Yunus Emre, "Gönül çalabın tahtı, Çalab gönüle baktı" dizesinde
olduğu gibi "Allah" ve "Tanrı" yerine zaman zaman
"Çalab" adını da kullanmıştır. İlk Türkçe Kuran çevirilerinden birini
yapan Muhammet Bin Hamza, hem "Tanrı" hem de "Allah"
adlarını kullanmıştır. Bir milletin Yüce Yaradan'a ana diliyle seslenmesinden
daha doğal ne olabilir. "Tanrı" adının kullanılmasına karşı çıkanlar,
İslam'ın özünden habersiz, ulusal duygudan yoksun Arapçılardır.
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 1 Sinan Meydan
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 2 Sinan Meydan
İşte Atatürk İşte Cumhuriyet Mucizesi 3 Sinan Meydan
Yorum Gönder