2012 yılının son yazısını yazarken, geride bıraktığımız bir yılı
düşünüyorum. Hani Nâzım Hikmet der ya:
“Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman.”
Geçen yılın son günleriydi: Kahrolmuştuk! Yaralanmıştık,
öldürülmüştük… F-16’larla
ölmüştük. Askeri uçakların açtığı ateşle 17’si çocuk,
34’ümüz ölmüştük. Ailelerimiz, sevenlerimizle birlikte
ölmüştük.
Kimilerinin “Sen Kürt müsün, sana ne oluyor?”
dediğini duyar gibi oluyorum. O gün, 28 Aralık 2011 günü ben de
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt vatandaşıydım. O günden
sonra, bir yıl boyunca, o katliamın hesabının verilmediği, sorulmadığı, o
katliamla ilgili, vicdanlara seslenecek tek adım atılmadığı sürece ölmeye ve
Kürt olmaya devam ettim.
Yıl boyunca Ergenekon, Odatv, KCK davalarıyla birlikte tutukluydum,
esirdim, tecritteydim. Yargısız infazla, cezaya dönüşen tutukluluk süreleriyle,
F tipi tecritle işkencedeydim… Üç kez beraat ettiği
halde yeniden müebbet hapis istemiyle yargılanan Pınar
Selek’tim.... Adalete güvenimin kalmadığında; yargının
siyasetin hükmüne girdiğine inandığımda; hukuk devleti ilkesinin iktidar
tarafından yok sayıldığını gördüğümde, yeniden yeniden öldüm.
Kuvvetler ayrılığına inanmayan bir başbakanın “ileri
demokrasisi”nde yaşamanın bedeli ölmekti…
Kadın-erkek eşitliğine inanmayan bir başbakanın “ileri
demokrasisi”nde yaşarken kürtaj yasağına, kadına yönelik
şiddetin artmasına şaşmak abes olurdu…
Aklın, bilimin değil, inancın, dinin referans alındığı bu
“ileri demokraside”, kitapların yayımlanmadan
önce toplatılması, oyunların yasaklanması, heykellerin kırılması, kentlerin rant
çıkarlarına feda edilmesi “doğal”
sayılabilirdi artık!
Durum böyle olunca, Yunus Emre’yi
sakıncalı bulup sansürleyebilir; Hürrem Sultan’ı
kapatıp beş vakit namaz kıldırabilir ve zaten Kanuni Sultan
Süleyman, zinhar oğullarını öldürtmemiştir
diyebilirdiniz!
Yılın şu son günlerinde ise daha önce okudunuz,
ODTÜ’lüydüm. ODTÜ’yü,
rektörü ve öğrencileri kınayıp, polis şiddetini görmezden gelen kimi
üniversitelerin rektörleri bu ülkenin alnına kara bir leke daha sürerlerken,
utancımdan ne yapacağımı bilemedim. Ülkemin aydınları, bilim insanları
tutuklanırken susan o rektörler, bir anda iktidar önünde el pençe divan yerlere
eğildiler! Umur Talu’nun enfes deyişiyle
“Sadece kul değil, pul oldular”…
İşte, “Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı
zaman” dememin nedeni bunlardır…
Ama bunlar arasında bir çocuğun dudağındaki gülümseme, bir gencin
gözlerindeki parıltı, bir okur mektubunun yüreklendirmesi, okuduğum bir kitap,
dinlediğim bir müzik, izlediğim bir oyun, gördüğüm bir resim, bir dostla
geçirilmiş saatler, bir “keşif”, bilinmeyene
duyduğum merak, tadı damağımda kalmış bir sohbet, birlikte bir şeyler üretmek,
verdiğim emek karşılığında bir teşekkür, bir şey öğrenme tutkusu, bir öpücük,
bir kucaklaşma, dayanışma, omzuma dokunan bir el, “Seni çok
seviyorum” sözü, “Her gecenin sonunda güneş
mutlak doğar” inancı… Hayata sımsıkı
sarılmaya yetebiliyor.
Hepinize şiddetten arınmış, gönlünüzce bir yeni yıl
diliyorum.
Yorum Gönder