BAŞKA yangınlarda da böyle oluyordur herhalde: Alevlerini kolay
anlatılmaz bir hüzünle ekranda seyrettiğiniz yangını anlatan muhabir
“Şimdi de büyük salonun tavanı çöktü” deyince içinizde çöken
anılar niçin bunca çoğalıp, bunca canlı, iç burkucu ve üzüntü verici
olabiliyor?
Belki herkes için; yerine, zamanına ve konusuna göre çok daha
üzücü türleri de hep vardır bu duygunun. Yananın bir ev, okul, fabrika, tiyatro
veya konferans salonu oluşuna tanık olunduğunda.
Bir geminin batışını, bir
anıtın yıkılışını seyretmek gibi.
Hatta sevdiklerinizin ve asla
unutamayacaklarınızın mezara indirilişine yaşlı gözlerle
bakarmışçasına.
Yangın, belki kızıllığı yüzünden, böyle yürek yakıcı
olabiliyor.
Ama bir yatılı okulun yatakhaneye çevrilmiş büyük
salonundaki tavanın yanarak çökmesi yine de bir başkaydı. İlkokulu henüz
bitirmiş çocuk, yatılılığın ilk gecesinde uyumadan önce yarı aydınlanmış o süslü
tavana bakarken neler düşünmemişti ki.
Hele Boğaz vapurlarının üstteki damın camlı bölümünden içeri yansıyan
projektör ışıkları yanıp söndükçe ve römorkör düdükleri Ortaköy tramvaylarının
çançanına karıştıkça.
Evden ve evdekilerden uzaklaşmış çocuk hayata mı
atılıyordu, yoksa hayat mı onun üstüne yığılmaktaydı?
Tavanın sultanlardan
kalma süslü boyası belki renkli bir gelecek vaat etmekteydi ama İkinci Cihan
Harbi’nin sıkıntıları, yoklukları ve yeni başlayan karanlık olayları sürüp
gitmekteydi o sırada.
Yakın tarihten kalma ünlü binalar seyircisiz kalmış
tiyatrolar gibidir. Ama onları canlandırmak için resmi salonlarda kalitesiz
vodviller oynatmaya gerek yok. Cumhuriyet, o tür yapıların neredeyse hepsini her
derecedeki eğitim kurumlarının kullanımına bırakarak çok anlamlı bir tutum
sergilemiş sayılır: Saltanatın zenginliklerini öğretimin hizmetine sunmak ve
büyük devrimin gençlikçe korunmasını her şeyden önce bilime emanet etmek.
Böyle olduğu içindir ki, o yapılar hoyratça değil,
bir tapınak kutsallığı korurcasına kullanılmalıdır.
Yakarak ve lüks otellere dönüştürerek değil.
Yorum Gönder