İnsan devlet için varsa ona ortaçağ düzeni, devlet insan için varsa ona çağdaş düzen deniyor. Bunu öğrenene kadar Soma ortaçağında yaşayacağız.
Soma madenindeki insanların ölüme sürülüşü ve sayısı saklanan yüzlerce ölünün kaderini işçilerden, kalan eş ve babalarından dinleyince ülkenin şimdiye kadar hayal bile etmediğim bir yozlaşma içinde olduğunun ilk kez bu kadar açıklıkla farkına vardım. Rahman ve rahim bir Allah’a inanan Müslüman toplumun bu kadar merhametsiz ve insanlık sevgisi yoksulu olduğunu 88 yıl anlamamışım. Hâlâ da inanamıyorum.
Pablo Neruda’nın ‘Residencia en la Tierra’ (Yeryüzü Konutları) adlı
kitabındaki bir şiirde ‘çamurlu gök kuşağı’ imgesi var. Bu günlerde
çamurlu gök kuşağı bana kirlenmiş bir doğa ve yaşamı, kirli işler
yapanları simgeliyor. (Aslında bu şiir seks üzerine yazılmış olağanüstü
metaforlarla dolu bir baş yapıt). Trajik ve ilkel bir yozlaşma. Sürüp
giden toplumsal bir ortaçağ. Entellektüel bir karanlık, Bu madenler bir
uygar insan yapısı olamaz. Bir köstebek ya da kunduz yuvası. Fakat o
hayvanların yuvaları kadar da güvenli değil. Belki köstebeklerin de
yandaş medyaları vardır.
Gazdan boğulmuş insanların üzerinden sürünerek geçen işçileri
dinleyince insan ne düşüneceğini şaşırıyor. Gökkuşağını çamurlu düşünmek
ne kadar zorsa, 21.Yüzyılda bu madenleri hayal etmek de o kadar zor.
Bir maden düşünün. Yolları tıkanmış İstanbul trafiği gibi. Bu bir
Ortaçağ panoramasıdır.
İçinde yaşamağı sürdürdüğümüz uzun Ortaçağ geçtikleri yerde ot
bitmeyen atlı göçerlerin Çin’e ve Batıya akınlarıyla başladı. Türkçe
konuşan bu atlı göçerler bütün Asya toplumlarıyla karışıp, bin bir şekil
değiştirerek, Akdeniz kıyılarına kadar geldiler. Bin yıldır bir
Ortaçağda yaşıyoruz. Toplumun çoğunluğunun yaşamı düşünsel ve
davranışsal bir ortaçağdır. Kentlileşen genç kuşaklar bugünleri bir
ortaçağ karanlığı olarak hatırlayacaklar. Acılı destanlarını yazacaklar.
Eğer bir madende 300-500 değil, 50 kişi bile ölse, bu gelişmemiş bir
ortaçağ ülkesi işaretidir. Bunu tartışmak ne ölenleri geri getirir, ne
de merhametsizleri yola getirir. Eğer çalışanlar yaşam güvenliklerini
sorgulamadan ölüme yatacak kadar muhtaçsalar, eğer 52 milyon kişinin
sayımının bir günde yapıldığı bir ülkede 700 kişilik madende ölen sayısı
dört günde yapılamıyor , kazanın nedeni öğrenilemiyor ve halktan
saklanıyorsa, o ülke çağdaş ve uygar değildir. Bir çok uygar ülkede
yıllardır maden kazaları olmuyor. Biz madenlerle birlikte ceset
çıkarmayı sürdürüyoruz. Uluslararası istatistikler Türkiye’nin
madenlerindeki ölüm sayısı oranı açısından dünyada birinci olduğunu ilan
etmişler. Nedeni belli: Köleleştirilmiş İşçi karın tokluğuna ölüme
yatıyor. Böyle bir ülkeye kalbimiz yanmasın mı?
ORTAÇAĞ CEHALETİ İÇİNDEYİZ
Türkiye’de bu ilkel kötülüklerin temel nedeni hala ortaçağı yaşayan
bir toplumun cehaletidir. Kişilerin uygarlığı toplumun uygarlığı
değildir. Fakat toplum uygar olursa cahiller de uygarca davranabilirler.
Aç gözlülük cehaletle artıyor. Cehalet uygar olamamanın belirleyici
işaretidir. Ortaçağ toplumu otokratik, özgür olmayan ve her zaman sömürü
içeren bir toplumdu. Vahşi kapitalizm Batılıdır. Ama biz kendi
vahşetimizi 1600 yıldır yaşıyoruz. Osmanlı tarihinin bıraktığı köle
köylü mirası daha sona ermedi.
Sevgili Okuyucular,
Her gün dinlediğimiz ölüm hikayelerinde toplumu bir ahlaksızlık
batağına ve belirsiz bir geleceğe götüren bütün ilişkiler, ve onlara
bağlı uygarlık dışı simgeleşmiş klişeler var. Bunlar ortaçağ cehaletinin
uzantılarıdır. İnsan yaşamak için doğaya muhtaçtır. Fakat doğa, Aşık
Veysel’in dediği kadar yumuşak değil. Kara toprak yerin altında dost
değil.
Biz toprak işçilerini, ilkel tarım politikası yüzünden, yerin altına
sokmuşuz. Onları tüketim delisi yaparak borç içinde yaşatan bir sömürü
toplumuyuz. Toprağın yüzeyinden 400 metre yeraltında kömür çıkarmak
sadece muhtaç ve cesur insanların yapacağı bir iştir. Bu iş karşılığı
sadece ailelerinin karınlarını doyuruyorlar. Eşlerini, çocuklarını, anne
ve babalarını yaşatmak için ölümün gözünün içine bakan bu işçiler
kahraman insanlardır. Kimse onlara kahraman demiyor. Onları
köleleştirmişler. Oylarını, özgürlüklerini çalmışlar. Karın tokluğuna
yerin altına sokuyorlar. Ölüsünü diri diye çıkarıyorlar. Ailesinin
nafakasını sağlamak için ölümü göze alanların sömürülme hikayesidir,
bütün bınlar.
Bu büyük felakette sömürenin ve ona alet olanların acımasızlığı akıl
karıştırıcıdır. Sömürü, otokrasinin bir özelliğidir. Ortaçağda da
böyleydi. Toplumun bazı katlarının duyarsızlığı, polislerin davranışları
da ortaçağ gösterisidir. Burada muhalefet de, birkaç kişi dışında,
insan olarak haykırmadı. Hatta durumun analizini bile yeterince yapmadı.
Bu da aynı ortaçağ panoramasını tamamlıyor.
Günümüz teknolojisi maden çıkarmayı güvenlikle yapacak bütün
olanaklara sahiptir. Deniz altında binlerce mil giden denizaltılar,
evrende dolaşan uydular yapılıyor. Günümüzde elektrik kesilmesi,
yangının izole edilememesi, havasızlık sadece plansızlık, ihmal,
acımasızlık ve aç gözlülük sonucudur. İnsan yaşamına değer vermemek
ortaçağ gelişmemişliğinin simgesidir. Olup bitenlere yeteri kadar tepki
göstermemek sömürüldüğünü bile anlamayan bir cehaletin hala egemen
olduğunu kanıtlıyor.
ORTAÇAĞ DENGESİNİN BOZULMASI
Soma şirketi İstanbul’daki gökdeleni altı kat az yapsaydı çalışan
işçilerin yaşamını garantiye alan güvenlik sistemini kurulmaz mıydı?
Eğer bu toplumun bir az sağduyusu kaldıysa, binlerce anne babanın,
yüzlerce eşin ve binlerce yetim çocuğun acısına hükümet ortak olmalıydı.
Bir gökdelen kaç annenin göz yaşına değer? Burada yanıt ‘hiçbir anne’
olsaydı toplum uygar olurdu! Utanç verici ve ilkel olaylar, başka
olaylarla da örtüşünce, toplumun bütün umutlarını kırıyor. Toplumun
oldukça kalabalık bir kesimi cehalete dayalı iletişim yoksulluğu
nedeniyle çağdaş dünya ile ilişki kuramadığı için ortaçağda yaşamağa
devam ediyor.
Sevgili Okuyucular,
Düşünmeğe devam edelim. Bizim köylülerimiz 50’ler de köylerden
kentlere gelip evlerini bir gecede kurma becerisini gösteriyorlardı.
1960’dan sonra asker-sivil karışımı idareler döneminde nereye
yönlendirildiklerini bilemediler. Ortaçağ dengesi bozulmuştu. 2. Dünya
Savaşı galipleri dünyayı gütmeğe devam ediyorlar. Sömürdükleri geri
kalmışlığı iyileştirmeğe meraklı değiller. Bizim köylü kente indi. Biraz
okuma öğrendi. Niteliksiz inşaat işçiliği ile öğretimi karıştırıp
kaktüs tarlalarına benzeyen gökdelenli kentler yaptı. 1914 den 100 yıl
sonra, ne olduğu belirsiz bir çağdaş – İslam çatışmasında, teknoloji
çağına islami kılıf giydirmeğe çalışan garip adamlar ortaya çıktı.
Kentte oturmak ne kentlilik, ne de çağdaşlıktır. Diploma insanı ne
bilgili, ne çağdaş, ne de kentli yapar. Çağdaş görünüşlü okulların ve
kurumların içi ve kafası ortaçağ müzelerine dönüştü. Ve bazı kişilerin
uygar olması toplumun uygarlığı değildir.
1950’den sonra Ortaçağ toplumu- Ordu ikileminde yaşıyoruz. Köylü,
çağdaş denileni kente geldiğinde görmeğe başlıyor. Fakat çağdaşı
yaşamağa başlaması için çok beklemesi, pek çok değişim geçirmesi gerek.
Dünyaya kentte başlayan gençler ise 1600 yıllık ortaçağdan kurtulup
çağdaş kentli aşamasına katılıyorlar. Gelecek de onların. Onun için
bugünlerde büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Eşiğin genişliğini
bilemiyorum. Fakat bir şey biliyoruz.
İnsan devlet için varsa ona ortaçağ düzeni, devlet insan için varsa ona çağdaş düzen deniyor.
Bunu öğrenene kadar Soma Ortaçağında yaşayacağız.
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder