Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir.
«İmamın (hocanın) kötüsü, adamı dinden imandan eder.» (Türk atasözü)
«Demokrasi berbat bir rejim... Ama daha iyisini bulamadığımız için şimdilik idare ediyoruz.» (Winston Churchill, eski İngiltere başbakanı)
«Her insan topluluğunda iktidarın yapısı, iki karşıt gücün sonucudur: Bir yanda inançlar, öte yanda pratik zorunluluklar. Dolayısıyla, siyasal partilerin liderliği, günümüzde sosyal grupların (sendikalar, dernekler, şirketler, v.b.) gibi ikili bir özellik gösterir; görünüşte demokratik, gerçekte oligarşiktir. Sadece birkaç Faşist parti, ... diğerlerinin gizlice uyguladığını açıkça itiraf edecek cesareti gösterirler.» (Maurice Duverger, Fransız siyaset bilimci)
Tek tek bireyleri, bireylerden oluşan toplumları, kısaca «insanı» ayakta tutan doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin bir takım değerler var. Yanlış, kötü, çirkin değerleri doğruya, iyiye, güzele dönüştürmek, dönüştürme çabası veya tam tersine yanlış, kötü, çirkin olanı koruma çabası başka şey. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni doğruya, iyiye, güzele, işe yarayana, yeniye dönüştürme çabasına ıslahat (iyileştirme), reform, nihayet devrim denmiş. Yanlışı, kötüyü, çirkini, artık işe yaramayanı, eskiyeni olduğu gibi koruma çabasına da en masum deyimle muhafazakarlık, daha serti tutuculuk, hatta gericilik...
Elbette, burada «kime göre» sorusu büyük önem kazanıyor. Mesela yüzde 57'ye göre yanlış, kötü, çirkin, işe yaramaz, eski olan, öteki yüzde 43'ye veya yüzde 10'a göre tam tersi olabilir. Çok ilginçtir; «muhafazakar», hatta «tutucu», hatta hatta «gerici» olarak tanımlananlar, bunlara çok da fazla kırılıp, gücenip itiraz etmez. AKP, en azından başlangıçta, kendisini «muhafazakar» demokrat olarak tanımlamıştır.
Muhafazakarlık, neyi muhafaza etmek istediğinizle açıklanıp, tartışılmalı. Neyi muhafaza etmek istediğiniz bilinirse, anca o zaman «demokratlık» iddianız inandırıcı olabilir.
Muhafaza etmek istediğiniz, «taş devri», «ilkel feodal» düzen ise, demokratlık iddianızın bir kıymeti harbiyesi yoktur, olamaz. Bırakın bizim inanmamızı, siz bile inanmıyorsunuz demektir. Sadece, ağır bir faşizmle, yani zorbalıkla, istibdatla, «taş devri» rejiminiz için, bilboardlara «ileri demokrasi» yazarsınız o kadar.
Ama bunların, bu tartışmaların hepsi, doğru yanlış, iyi kötü, güzel çirkin, yararlı yararsız v.b. denilebilecek bir şeylerin bizzat «var olması» ile, bu bir şeyler «var ise» mümkün.
Yoksa?.. Yok edilmişse?.. Hiç kalmamışsa?..
«İmamın kötüsü» sadece dinden, imandan değil, bireyi, toplumu = insanı, insanlığı ayakta tutan bütün değerlerden ederse?..
«Kötü» ayrıca tartışılabilir. «İmam» kim?
Sadece Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve bilcümle adamları, hayranları, müritleri, tapınıcıları mı?
Hayır. «İmam» sadece namaz kıldıran değil. Sadece şeyh, evliya, nebi (peygamber) v.b. değil. Sadece din konusunda danışılan, din konusunda yol gösteren, sadece din konusunda önderlik eden veya sadece din konusunda ahkam kesen değil.
İmam, hangi mezhep, tarikat v.b. olursa olsun Müslümanlığın genelinde, aynı zamanda İngilizcedeki «leader» ın karşılığı olarak her alanda yol gösteren, giderek yöneten, talimat veren, kural koyan... Kısaca devlet başkanı demek...
Aslında bütün dinler için geçerlidir bu. İsa, biraz ayrıksı dursa da, onun adını kullanarak Hıristiyanlığı, kelimenin tam anlamıyla «icat» edenlerin oluşturduğu Kilise ve Papalık, Hıristiyan Batı'ya yüzyıllarca hükmetmiş, papalar, kardinaller, başpiskoposlar, patrikler, piskoposlar, papazlar sadece kiliseleri, dini değil, yetki alanları içindeki toplulukları hemen her anlamda yönetmiştir. Evet, senyörler, lordlar, baronlar, dükler, krallar, hatta zamanla imparatorlar v.b. de olmuştur ama asıl söz sahibi kilise ve din büyükleridir.
İngilizcede «lord» sadece bir soyluluk unvanı değil, bir yandan toprak sahibi senyör (bizde «ağa» ), ama aynı zamanda peygambere (İsa'ya), hatta Tanrıya hitap sözcüğüdür, hatta bizzat İsa demektir, Tanrı demektir.
Museviliğin tarihi incelendiğinde çok daha ilginç bir durum görülür.
Musa da, sadece bir din önderi peygamber değil, aynı zamanda bir toplumun lideridir, yol göstericisidir, önderidir. Sadece Tanrıyla nasıl ilişki kurulacağını, sadece nasıl ibadet edileceğini öğretmez. İnsanın kendisiyle, insanın insanla, insanın otoriteyle, insanın yanlış ve doğruyla, iyi ve güzelle ilişkisini de öğretir. Yetmez kurallar koyar. Yetmez kurallara uymayanlara verilecek cezaları düzenler.
Bu, bütün dinler, bütün peygamberler için geçerlidir. İsa'nınki çok belirsizdir; Tanrı tarafından değil, kendisinden sonra İsa'nın adını kullananlar tarafından (yani düpedüz sizin benim gibi ölümlü insanlarca) yüzlerce İncil yazılarak (bugün bile resmen 4 tane var) sözüm ona sistematikleştirilmeye çalışılmıştır.
Musa'nın, sadece bir «on emir» i vardır; ama ne Tevrat'ı, ne Havra'sı, ne hahamı vardı. İsa, Musa'dan iki bin yıl sonra veya tersine, Musa İsa'dan iki bin yıl önce yaşadı. Öldürüldüğünde İsa'nın da İncil'i, Kilisesi, papazları yoktu. Buna karşılık çok daha önemlisi İsa bir Hıristiyan değil, Musevi'ydi, hatta Musevi din adamıydı, yani hahamdı. Onun derdi, modern dünyanın Milat diye bilip kabul ettiği -0- tarihinin hemen sonrasında Roma İmparatorluğunun bir eyaleti olan Filistin'de, Romalı imparatorluğunun Filistin'in iç işlerini yönetmesi için yetkili kıldığı Musevi hahamlar konseyinin adaletsizliklerine, zulmüne karşı çıkmaktı. Musevi ahaliyi bu adaletsizliklere, bu zulme karşı uyarmak, uyandırmak, hatta bir yandan da Romalı Filistin Valisinin dikkatini bu adaletsizlik ve zulme çekmekti.
Lütfen dikkat!.. Musevi hahamlar konseyi, Roma İmparatorluğu Filistin Eyaleti'nin yerel yönetim organı... İsa da bu yerel yönetimin adaletsizliklerine, usulsüzlüklerine karşı çıkıyor. Eşeğine binip köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Musevi halkı, Roma'ya değil bu Musevi yerel yönetime karşı direnişe çağırıyor. Yani düpedüz siyaset yapıyor. Ama elinde o sırada Tevrat'tan, yani dinden başka bir araç yok. Günümüz Türkiye'sinde, hatta tüm İslam dünyasında, emperyalist Batı kapitalizmi tarafından, üstelik halkı zulme karşı uyandırmak için değil, tam tersine istibdada itaat için, baskı ve zulüm karşısında uyuşturmak için bayıla kullanılan seçim, siyasi parti, parlamento hele ordu, polis gibi bir güç yok...
Neredeyse tıpatıp aynı durum Musa'dan sonraki İsa ve Muhammed için de geçerli. İsa da Muhammed de içinde yaşadıkları toplumun siyasetine yani yönetimine başkaldıran insanlar. Elbette üçünün de amacı başkaldırdıkları siyasetin, yönetimin, sistemin yerine kendilerince uygun olanı koymak. Yani siyaset!... Yönetmek.
Musa yönetendir, Muhammed yönetendir. İsa yöneten olmamıştır, ama mevcut yönetime başkaldırmış, bu nedenle öldürülmüştür. Ancak İsa'dan hareket edenler, onun izinden giderek Filistin'deki Musevi yerel yönetim konseyine değil, Roma İmparatorluğu Filistin Valiliğine de değil, Hıristiyanlığı «icat» edip, ne hikmetse, doğrudan Roma İmparatorluğuna kafa tutmuştur. Roma pagandır (çok tanrılıdır), tek tanrılı Musevi İsa'nın mirasından doğan Hıristiyanlar ise tek tanrılıdır. Ama Hıristiyanlığın-Hıristiyanların pagan Roma'ya karşı mücadeleleri sadece kendi dini inançları, ibadetleri açısından bağımsız olmak, özgür olmak olmamış, sonunda koca Roma İmparatorluğunu, hatta İmparatorunu, yani devleti Hıristiyanlaştırmaya kadar uzanmıştır.
Bizzat Batılı Hıristiyanların «Karanlık Çağ» dedikleri Ortaçağ'da, Papalıkla simgelenen Kilise bizzat devlet olmuş, krallarıyla birlikte devlet dahil her şeyi çok vahşi bir şekilde yönetmiştir. Cadı Avları, Engizisyon Mahkemeleri, başta kadınlar olmak üzere bilim insanları, düşünürler, aydınlar başta yakma olmak üzere akla gelmedik yollarla kent meydanlarında işkenceyle öldürmeler, bu döneme bizzat Batılıların «Karanlık Çağ» demesinin gerekçesidir.
Batı, Aydınlanma Devrimi ile Hıristiyanlığı ve Papayı kiliseye hapsetmeyi başarmıştır. Ama bu da yüzyıllar süren savaşlardan sonra mümkün olmuştur. Batının kendi iç tarihi, 19'uncu, en azından 17'inci yüzyıla kadar, tam anlamıyla bir dinler savaşı tarihidir. (Aslında insanlık tarihindeki hemen bütün savaşların arkasında, önünde, sağında, solunda, altında, üstünde, ama bir yerinde mutlaka din unsuru vardır. Her dinin kendi içindeki mezhep savaşlarını, dinlerin birbiriyle savaşları tamamlar. Yüz yıl savaşları, Otuz Yol Savaşları, Gül Savaşları Hıristiyanlar arası savaşlarsa, Haçlı Seferleri de Müslümanlara karşı Hıristiyan savaşlarıdır. Müslümanlık artık bin beş yüz-bin yıl önceki Emevilerin, yedi yüz yıl önceki Osmanlıların cihatlarına, gazalarına devam edecek güçte değil, artık Müslümanlar, habire Hıristiyan-emperyalist Batı'nın (dinin önde görünmediği, daha ziyade sömürü amaçlı görünen) cihatlarına maruz. Ama Arap dünyasında Sünni-Şii çatışmaları, Türkiye'de akıl almaz Alevi düşmanlığı, Hindistan'da Hindu-Müslüman kavgaları, Afganistan'da Müslüman Taliban'ın Müslüman'a, Suriye'de Müslüman El Kaide'nin, Müslüman El Nusra'nın Müslüman'a ettikleri hala devam ediyor bütün dünyanın gözleri önünde.
Tamam... Emperyalizm... Ama emperyalizmin çok rahat, keyifle kullanacağı malzemeyi de Müslümanlar veriyor. «Kim daha iyi Müslüman» kavgası... Veya kendini Allah sanıp, öteki dünyanın mahkemesine bile gerek kalmadan bütün Müslümanları daha bu dünyada en iyi, cennetlik Müslüman yapma anomalisi...
Devleti ele geçirip, Türkiye İslam Cumhuriyeti kurmaya soyunmanın, bilumum mektepleri imam hatipleştirmenin tek amacı, uğradıklarını iddia ettikleri sözüm ona bir takım mağduriyetin, hele zulmün ortadan kaldırılması veya intikamı olabilir mi?
Senin derdin sadece kendinin istediği yerde istediğin gibi türbanla dolaşmak ise, bunun engellenmemesi ise, bununla yetinmen gerekmez mi? Öyleyse seçilmiş (yani sözde, demokrasi söz konusu!) AKP'li belediye başkanının «başı açık kadın satılıktır» sözü nasıl izah edilir? Apaçık «bizim derdimiz bütün kadınları türbanlamaktır» dan başka?!..
O belediye başkanı seçilmiş mi? Seçilmiş.
Sandık ve seçim, demokrasi için gerekli ve yeterli tek koşul sayıldığına göre Demokrasi uygulanmış mı? Uygulanmış.
E o zaman hepimiz imam hatiplileşecek, hepimiz türbana mı dolanacağız?
İşte «imamın kötüsü» bu nedenle adamı dinden imandan çıkarır. Demokrasiye bulaşmasına bile gerek yok.
Ama bir de demokrasiye bulaşır, yani maalesef seçilirse... Seçilmişse...
«İmam», yukarıda izah edildi, Müslümanlık lügatine göre, yöneten, komut veren, kural koyan, ödül ve ceza verip uygulayan, devlet, devlet başkanı demek.
Seçilmemişse, kerameti kendinden menkul veya babadan oğula veya zorla «imam» laşmışsa, bir şekilde devrilebilir. Başarırsanız mesele yok. Başaramazsanız bedel ödersiniz. Yine mesele yok.
Ya seçilmişse?.. Hele parlamentoda büyük çoğunluğu varsa?..
Ve hele kendinde keramet görüp kendine göre bir demokrasi tanımı yapıyorsa?..
Mahkemeye, hakime, savcıya, yargıya... Meclise, muhalefete, kendi partisinin milletvekillerine, hatta bakanlarına... Üniversiteye, profesöre... Basına, gazeteciye, gazete patronuna... Özel sektöre, özel sektör patronuna «sen kimsin! Haddini bil!...» diyorsa?
Bütün bunları, daha doğrusu «sen kimsin, haddini bil» i hayata geçirmek için sandıktan çıkmışlığını, seçilmişliğini, parlamentodaki sandalye üstünlüğünü, yani bizatihi demokrasiyi kullanarak her an, her dakika kanun çıkarıyor, kanun değiştiriyorsa?..
Hukuk, kuru kuru kanun demek değildir. Evrensel, değişmez kuralları vardır. Bu kurallar, ille de kanunlara yazılı maddeler değildir. İşin özüdür, vicdanıdır.
Mesela... Kanunlar genel ve eşittir. Unvanı, makamı, serveti, dini, milliyeti, cinsi, rengi ne olursa olsun herkese aynı şekilde uygulanır. Başbakan, bakanlar ve oğulları hırsızlıktan bile görmezden gelinip, hele bir müsteşar hakkında başlatılan bir soruşturmanın, sırf başbakana da bulaşabileceği endişesiyle, müsteşarı değil esasen başbakanı kollamak kaygısıyla engellenmesi için kanun değiştirilirken, başkaları, ne idüğü belirsiz darbe-terör suçlamasıyla hapishanede öldürülmez. Hukuk güvenliği açısından bunun, Kanuni Sultan Süleyman'ın esasen kendi tahtı, görünürde ise devlet güvenliği kaygılarıyla oğlunu boğdurmasından farkı yoktur.
Yani padişaha kayıtsız şartsız itaatten başka meziyeti olmayan ciğeri beş para etmez müsteşar unvanlı paspasların, bırakın can güvenliğini, yargı karşısına çıkarılmaktan korunması için bile MİT Yasası yeniden düzenlenirken, padişahın oğlunun bile can güvenliğinin olmaması zihniyeti aynıyla devam etmektedir.
Mesela... Kanunlar geriye yürümez (eski ve çok ünlü söyleyişle, kanunlar «makable şamil» değildir). Yayınlanıp yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçerlidir. Aksi, yani kanunların geriye yürüyebilmesi tam bir kaos demektir. Dün suç olmayanın bugün suç olmasıdır. Dün serbest olanın bugün yasak olması ve insanların dün serbestçe yapabildiklerinden dolayı bugün sanık olmalarıdır.
Dün dünde kalır. Bugünden (yasanın yayınlanıp yürürlüğe girmesinden) sonra yaptıklarınız için suçlanmanız, yargılanmanız gerekir. Dün suç olmayan eyleminizden dolayı, bugün çıkarılan kanundan dolayı sanık sandalyesine oturtulursanız, oturtulmuşsanız; orada güvenilecek hukuk yok demektir.
İrticayı, toplumsal yapıyı devlet yapısıyla birlikte din esasına dayandırmayı dün suç sayıyorken, bugün aynı şeyi özgürlük haline getirip dün suç sayılan irticayla mücadele edeni bugün çıkardığınız yasayla sanık yapamazsınız.
2003'te irtica, şeriatçılık, din esasına dayalı toplum ve devlet kurmak suçtu. Birtakım insanlar görevi gereği bu suçla ilgili işler yaptı. O zaman, yani 2003'te bu, maaş karşılığı yapılan olağan bir görevdi. Taltif edilmezdi, ama cezalandırılmazdı da...
2008'e, 9'a, 10'a geldik; bu basit, taltif de tecziye de edilmeyen görev, mevcut siyasi iktidarın inisiyatifiyle, ceza yasasına girmese de suç haline getirildi.
Tamam. Ceza kanununa işlersiniz bunu. «Şeriatçılığa karşı mücadele eden kamu görevlisi 5 yıldan on beş yıla kadar hapse mahkum edilir» dersiniz. Kanunun yürürlük tarihi ne? 10 Kasım, veya 29 Ekim, ya da 23 Nisan 2010 mesela... Bu tarihlerden sonra şeriatçılığa karşı mücadele eden olursa bu kanununu uygularsınız.
Böyle bir kanun, kanun maddesi hala yok. Sadece Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde, «daha önce» tehdit (dolayısıyla suç, dolayısıyla önlemek için mücadele görev) sayılan söylem ve eylemler, tehdit ve suç olmaktan çıkarıldı. Ama aynı «daha önce» de, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit sayılan eylem ve söylemler, ilgili yasalara da suç olarak kaydedilmişti. Oysa şimdi, irtica Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tehdit değil, ama yasalarda hala suç.
AKP'nin, yüzde yüz de oy alsa çuvallayıp durmasının nedeni bu hukuk beceriksizliği, bu hukuk cehaleti, bu hukuk dangalaklığıdır. Çünkü devlet günümüzde çok ciddi olarak hukukla yönetilir. Tayyip Erdoğan'ın günde beş vakit kanun çıkarmasının, otuz beş vakit kanun değiştirmesinin nedeni budur. O da biliyor, devlet bu çağda ancak «hukukla yönetilir.»
Demek istiyor ki «benim her yaptığım yasaya, hukuka uygundur. Ben bunun için, Meclisi haftada 1879 bin milyon sekiz saat çalıştırıp üç bin milyon bir milyar dolar kanun çıkarttım. Gerekirse hırsızlığı, ahlaksızlığı, cinayeti bile, beni seçen milli iradenin mecliste oluşturduğu çoğunluğu kullanarak yapacağım kanunlarla suç olmaktan çıkarırım. Dolayısıyla kimse beni hukuk çiğneyip suç işlemekle suçlayamaz.»
Oysa hukukun kitaplarda yazmayan genel ve evrensel kurallarından biri de «süreklilik» tir. Hayatın normal akışı içinde kendiliğinden meydana gelen oluşumlar yeni yasalar veya yasalarda değişiklik gerektirebilir (Kaldı ki İngiltere'nin yazılı bir anayasası bile hiç olmamıştır; dolayısıyla İngilizler «anayasayı nasıl değiştirelim» tartışması hiç yapmamıştır. İngiltere'de toplum hiç mi değişmedi?!)
Ama toplum kendiliğinden değişince yasayı topluma uygun hale getirmek değil bugün Türkiye'de yapılan. «Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusu yaptık, öyleyse idam cezasını kaldıralım; internet geldi, internet yasası çıkaralım» değil yapılan. 4&4&4 yasası, kentsel dönüşüm yasası, MİT yasasında yapılan değişiklik, böyle bir toplumsal ihtiyacın ürünü değil.
Belli bir siyasi gücün, belli başka güçleri de arkasına alarak, kendi düşünceleri ve çıkarları doğrultusunda toplumu dönüştürmek için hukuku, dolayısıyla demokrasiyi basit, ucuz bir araç olarak kullanması söz konusu. Hukuk, burada, yazı yazmak için kullanılan kalem, işe gitmek için binilen dolmuş sadece.
Gelece, uzun vadeye dönük hiçbir toplumsal plan olmadan, sadece o belli siyasi gücün düşünce ve çıkarları doğrultusunda, sadece o gücün günlük ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, sorunlarını gidermek için durmadan yasa çıkarmak, hukukla çok tehlikeli biçimde oynamaktır, kaosun ta kendisidir. Hukuk güvenliğinin ortadan kalkması, akşam masum yatıp, sabaha sanık olarak uyanmak demektir. «Ankara'da yargıçların yok olması» dır.
Üstelik bütün bunlar yapılırken demokrasi de kullanılmaktadır. Çünkü hukuku oluşturan yasalar siyasi partilerin seçilmiş üyelerinin oluşturduğu parlamentodan çıkmaktadır.
Dolayısıyla hukuk gibi demokrasi de oyuncaklaşmakta, kötü niyetlerin gerçekleşmesinin basit aracı haline gelmektedir. «Demokrasi bizim için ineceğimiz durağa kadar bindiğimiz trendir. O durağa gelince ineriz» sözü bu nedenle bir meydan okuma değilse, bir itiraftır.
İşte Churchill'in «Demokrasi aslında berbat bir rejimdir. Ama daha iyisini henüz bulamadığımız için şimdilik idare ediyoruz» sözünün veya Duverger'nin sözlerinin akla geldiği yer de burasıdır.
Veya «peki hata nerede? Hukukta ya da sistemde yani demokrasi de mi insanda mı?» sorusunun akla geldiği yer...
Bu ülkenin anayasasında, 1960'tan itibaren «siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır» yazar.
Dikkat ediniz: parlamento... seçimler... hukuk, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılı ve bu kuvvetler arasında denge ve denetim mekanizması... değil. Siyasi partiler.
Diğerleri demokrasinin unsuru değil mi?. Ya da vazgeçilebilir unsurlar mı? Hem de demokrasinin «sandığa» indirgendiği 2014 Türkiye'sinde?
Niye? Ne işe yarar siyasi partiler? Siyasi partiler olmasa ne olur? Milletvekilleri tek tek aday olsa, kampanyalarını tek tek düzenlese, halkın karşısına sadece milletvekili adayı olarak kendi adlarına çıksalar ne olur? Genel başkanlar, parti meclisleri, MYK'lar, parti disiplini, parti disiplin kurulları, ülke çapında parti birimleri, şubeleri olmasa demokrasi, demokrasi olmaz mı o zaman? Diktatörlük mü olur?
Evet, siyasi partilerin pratik yararı var kuşkusuz. Seçimleri sistematize ediyor. Seçmen belki kime, niye, neye göre oy vereceğini daha derli toplu görüyor. Ama galiba o kadar...
Önemli olan veya bütün bunların içinde en önemli olan parlamento değil mi? Yani milletvekilleri?.. Peki bugün bütün dünyada, ama hadi konuyu sınırlandıralım, Türkiye'de milletvekillerini kim belirliyor?
Seçmenler mi?
Hayır!
Genel başkan dahil partileri yönetecek insanları kim belirliyor? Delegeleri kim belirliyor?
Seçmenler mi? Hayır.
Dar bir oligark grubu. Hatta çoğu zaman, bizde olduğu gibi tek bir adam.
Seçmen milletvekilini, milletvekillerini seçmiyor. Seçmen siyasi partiyi, hatta sadece genel başkanı, dolayısıyle genel başkanı seçiyor. İşte Duverger'nin taa 1960larda söylediği, sonra başka siyaset bilimcilerin de benimseyip vurguladığı «oligarşi» bu. Komünizm, açıkça «madem ille oligarşi olacak, bu, işçi sınıfı olsun, işçi sınıfının partisi, onun önde gelenleri olsun» demiş. Kapitalizm ise «hayır, oligarşi sermaye sınıfının temsilcileri, hatta fedaileridir» diyor aslında. Ama bunu demokrasi diye yutturuyor. Yoksa siyaset bilimi, kapitalizmin demokrasi yavesinin aslında bir oligarşi, yani bir kandırmaca olduğunu en az elli yıl önce ortaya koymuş. Esasen, bugüne kadar buna, buna şapkadan oligarşi, giderek otokrasi, nihayet diktatorya yerine sözde demokrasi çıkaran demokrasi hokus pokusçusu oligarklar dahil kimse de itiraz etmiş değil.
İşte bu oligarşinin temsilcileriyle doldurulan parlamentolardır, otokratların, oligarkların, diktatörlerin günlük çıkarlarına göre yasa çıkaran, yasa değiştiren, yani her türlü herzeyi hukukileştiren, meşrulaştıran, bir başka anlatımla suç olmaktan çıkaran kurum.
Siyasi partiler işte bu yapının ve işte bu nedenle vazgeçilmez unsurudur; yoksa demokrasinin değil.
«Partiler, doğrudan doğruya, demokratik doktrinlerin daima söz konusu olduğu siyaset alanında faaliyet gösterdikleri için bu hususu daha çok dikkate almak zorundadırlar. Meşruluğa ilişkin genel inançlar, genel nitelikte ve bütün sosyal gruplar için geçerlidir; ancak bunlar, devlete, devlet organlarına ve devlet mekanizmasına daha titizlikle uygulanır. Bir ticari şirketin veya bir balıkçılık derneğinin, otoriteyi üyelerinin tümü tarafından seçilmemiş birkaç kişiye vermek suretiyle oligarşik bir yapıyı kabul etmesi, demokrasiye olan genel inancı sarsar kuşkusuz; ama aynı yapı, demokratik bir devlet çerçevesinde faaliyet gösteren ve tek meşru iktidar şeklinin demokratik iktidar olduğu inancındaki kitlelerin desteğini kazanmaya çalışan bir siyasi parti tarafından kabul edilecek olursa, sarsıntı çok daha derin olur. Dolayısıyla partiler, kendilerine demokratik görünüşte bir liderlik sağlama konusunda son derece dikkatli olmak zorundadır.
Oysa (...) demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip olmasını gerektirir. Böyle örgütlenmiş bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değil demektir. Eğer bütün partiler aynı yapıyı kabul etselerdi savaş koşulları hepsi için aynı olacağından, bunun bir zararı dokunmazdı. Fakat içlerinden biri, otoriter ve otokratik bir şekilde örgütlenmişse, diğerleri ondan aşağı kalmış olur. (Düşününüz: CHP'nin konumu!..) ... Diktatoryal bir devletle savaş içerisinde bulunan demokratik bir devlet, eğer rakibini yenmek istiyorsa, gitgide onun metotlarını benimsemek zorunluluğunu duyar. Ayın şey, siyaset savaşında ve partiler düzeyinde de görülür. Demokratik yapıdaki partiler, varlıklarını koruyabilmek için diğerlerini kopya etmek zorunda kalır. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise bu eğilimi engellemek bir yana, liderleri putlaştırmak suretiyle onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha da kolaylaşmış olur. ... Yine de, partiler demokratik görünüşü sürdürmeye de gayret ederler; otoriter ve oligarşik metotlar genellikle tüzüğün izni olmadığı halde birtakım dolambaçlı ama etkili yollardan gerçekleştirilir. ... Amaç, demokratik formüllerin ve dekorların gerisinde, otokratik bir iktidarın kurulmasıdır.
Bu eğilimin derecesi partiye göre değişir. Yaygınlık derecesi, birçok etkene bağlıdır. (...) Bütün insan grupları gibi partiler de muhafazakardır; evrim, kendilerini değişmeye zorlasa bile kolay kolay yapılarını değiştirmezler. Bazı partilerin daha demokratik karakterde olmaları, bunların daha otoriter nitelikteki örgütlenme usullerinin geliştirilmesinden önce doğmuş bulunmalarından kaynaklanmaktadır.
Resmen, yani dış görünüş açısından, parti liderleri hemen daima demokratik kurallar uyarınca üyeler tarafından ve oldukça kısa bir görev süresi için seçilir. Sadece Faşist partiler bu yöntemi açıkça reddederek yerine atam yöntemini geçirir. İkinci derece liderler, yüksek şef tarafından seçilir. Yüksek şef ise kendi kendince atanmıştır, yaşadığı sürece görevde kalır, halefi kooptasyonla belirlenir. Yani uygulamada demokratik seçimlerin yerini kooptasyon, merkez ataması, aday gösterme gibi devşirme yöntemleri almaktadır.
(...) Açık otokrasiye kısmen başvurulması, örtülü otokrasi yöntemlerinin uygulanmasına engel değildir; bu yöntemler, resmen, görünüşte demokratik yapıya sahip BÜTÜN partiler tarafından kullanılır. Otokrasinin ölçüsü az ya da çok olabilir, ama otokratik unsur daima vardır. Otokratik maskelemede iki yöntemden yararlanılmaktadır: Seçimlere hile karıştırılması ve gerçek liderle görünürdeki liderin ayrılması...
Burada dolaylı temsilin yaygın şekilde kullanıldığı görülür. Parti liderleri doğrudan üyeler tarafından değil, kendileri de seçilmiş delegeler tarafından seçilirler.
Bütün partiler, dolaylı temsili sıkı sıkıya uygulamaz, ama hepsi kullanır. Dolaylı temsil, bir yandan demokrasiyi uyguladığını ileri sürerken, öte yandan onu ortadan kaldırmanın mükemmel bir yoludur. Rousseau, egemenliğin vekaletinin olmayacağını çok iyi anlamıştı; müvekkilin vekilce temsiline dair hiçbir hukuk oyunu, şu temel gerçeği gizlemez: Delegelerin zihniyeti, hiçbir zaman kendilerine vekalet verenlerinkiyle aynı değildir; dolayısıyla her ek delegasyon aşamasında, tabanın iradesiyle tepenin kararı arasındaki uçurum biraz daha derinleşir. Bir parti liderinin küçük bir delege grubu tarafından seçilmesi, doğrudan doğruya üye kitlesi tarafından seçilmesiyle aynı şey değildir. Bu durumda seçmen sayısının azlığı nedeniyle, başka seçim hilelerinin daha kolay uygulanabileceğini de ayrıca hesaba katmak gerekir. Art arda oylamalar sırasında bu hileler de birbirine eklenir. Oyla piramidi içinde yükseldikçe, seçim gerçekten uzaklaşır. (...)
Üst kademelerde, özellikle Ulusal Kongrelerde zaman zaman ortaya çıkan muhalefetler, üye kitlesinin demokratik bir direnişinden ziyade, hepsi de kendi mevkilerini otokrasiye borçlu bulunan çeşitli liderler arasındaki bir iktidar kavgası niteliğindedir.(...)
Demokrasi kurallarının her yerden daha çok saygı gördüğü çağdaş Sosyalist partilerde bile, temsilci sayısının hesaplanmasındaki yöntemler, bir <> imkan verebilmektedir. (...) Böylece, mali yardım sağlayabilen bir milletvekili veya nüfuzlu bir militan, dolaylı olarak kendisine Kongre delegeleri satın alabilir.» (Duverger, Siyasi Partiler, s. 188-200, Bilgi Yayınevi, İkinci Bası 1974 Ankara.)
Böyle diyor Duverger Hoca. Biraz uzun oldu, ama bin yıllık demokrasi yavesini de bir buçuk sayfada özetlemiş olduk.
Isıtılıp ısıtılıp masaya konan demokrasi yemeği, sahte doktorun aspirin misali her hastaya yazdığı demokrasi reçetesi, her derde deva diye kültleştirilen, kutsallaştırılan, hatta mutlaklaştırılıp dinleştirilen demokrasi ve ondan üretilen hukuk ve yasalar maalesef bu işte.
Kaldı ki demokrasinin vazgeçilmez unsuru saydığımız siyasi partiler ilk seçimlerden ve parlamentoların oluşumundan epeyce sonra ortaya çıkmış.
Yine Duverger'nin çok önemli bir saptaması var. «1850'de, Amerika dışında dünyanın hiçbir ülkesi, kelimenin bugünkü anlamında siyasi partileri tanımıyordu. Fikir akımları, halk kulüpleri, felsefi dernekler ve parlamento grupları vardı; ama gerçek partiler yoktu.»
Siyasi partiler oluşmadan önce demokrasi yoktu demek için ya seçimli parlamentolarla siyasi partilerin aynı anda doğmuş olması gerekir ki tarihi gerçek bu değil; ya da hakikaten seçimli parlamentoları demokrasi saymamak gerekir. Bu da imkansız. Hele seçim ve sandığın demokrasi ile özdeşleştirildiği günümüzde...
Sandığı da, seçimi de, parlamentoyu da, siyasi partiyi de, demokrasiyi de, devleti de icat eden İnsan. Bazı şeyler, birçok şey, hatta her şey daha iyi olsun diye icat etmiş İnsan bunları. Çünkü bunlar icat edilmeden önce her şey, en azından bazı şeyler çok kötü imiş.
Ama, hem de demokrasinin içinden oligarşiyi, otokrasiyi, diktatörlüğü çıkaran da İnsan.
Yani şöyle demek mi gerekiyor acaba? Sistemi ne kadar iyi kurarsanız kurun; ne kadar iyi, doğru kurallar koyarsanız koyun. Neticede her şeyi belirleyen, o sistemi, o kuralları uygulayacak olan hep İnsan.
İnsan'ın bir takım, hatta pek çok zaafı var. Kötü yanı var. Bazı sistemler bunları özellikle teşvik ediyor. Bunları aşmak için geliştirilen başka yeni sistemler de kısa sürede bu zaaf ve kötü yanların kurbanı olup yozlaşıyor.
Kapitalizm zaten parayı egemen kılarak, insan doğasında baştan var olan bu yozlaşmayı neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Demokrasi ve hukuk böylece, kötü polisi oligarşi, otokrasi, diktatörlük ve nihayet emperyalizm olan kapitalizmin sadece iyi polisi olabiliyor.
O zaman bir kere şunu herhalde vurgulamak lazım: Kapitalizm var olduğu yerde, hele kapitalizmin, her yolun mubah sayılıp talan ve vurgunculuktan ibaret görüldüğü ve insan zaaflarının köpürdüğü Türkiye gibi ülkelerde demokrasi ve hukuktan hiçbir şey değilse bile çok şey beklemek sadece safdilliktir.
Demokrasi ve hukuk, ancak insan zaaflarının en aza indirilebildiği, en çok etkisizleştirilebildiği bir sistemde işe yarayacaktır. O zaman zaten demokrasiyi bugünkü gibi kültleştirmeye, kutsallaştırmaya, mutlaklaştırmaya, dinleştirmeye gerek kalmaz.
Ancak öyle bir sistem, en başta karnı doymuş, çok iyi eğitilmiş, paraya, mevkiye, makama, itibara tok, üstün niteliklere sahip ve bu nitelikleri layıkıyla değerlendirilen insanlar ve kitleler oluşturabilir. Ötekiler belki yine var olacaktır. Ama kötü paranın iyi parayı değil, iyi paranın kötü parayı kovduğu bir sistem olacaktır bu.
İnsanların özellikle aç, işsiz, yoksul, çaresiz, bir de cahil bırakıldığı, ancak bireysel kurtuluşa izin verilen bir toplumda, uygulanan sistemin bunu gerektirdiği, bu sonucu kaçınılmaz kıldığı bir toplumda demokrasi ve hukuk ancak Tayyip Erdoğanlara, AKP'lere yol açmaktadır. Böyle bir toplumda en azından bir CHP'ye kavuşmak bile imkansızdır. Çünkü adam gibi demokrasi ve hukuk mümkün olmamaktadır.
Yapıyı aynen muhafaza edip, demokrasi ve hukuk özlemek de; yapıyı aynen muhafaza edip demokrasi ve hukuk üzerinden daha iyiye ulaşmak da imkansızdır. Bataklıkta ancak sivri sinek ve mikrop ürer.
«Bir» CHP'nin hatası da bu yapıdan demokrasi ve hukuk beklemek, bu yapıya yapışıp kalarak, habire o yapıya kur yaparak, bu yapıya şirin görünmeye çalışarak, daha iyiyi başarmak için iktidar olmayı ummasıdır. Bu yapıya yapışıp kalarak iktidar olsa bile daha iyiyi başarabileceğini hiç ummamalıdır CHP.
Ali Tartanoğlu /HEDDAM
Yorum Gönder