Yaratanla yaratılanın diyalogu, yukarıdan aşağı, yani
Allah'tan insana doğru olan şekliyle vahiydir. Diyalogu aşağıdan yukarı, bir
başka deyimle insandan Allah'a doğru düşündüğümüzde, karşımıza ibadet veya dua
diye andığımız faaliyet çıkıyor. Nereden bakarsanız bakın, ibadet edenle ibadet
edilen (âbidle mâbud), bir daire üzerinde, bir noktada kucaklaşacaktır. Esas
olan da bu kucaklaşmadır. Bu nokta, Japon profesör Toshihiko İzutsu tarafından,
‘Kur'an'da Allah ve İnsan’ adlı eserde çok güzel incelenmiştir.
Kur’an’ın ibadet anlayışı meselesinde düzeltilmesi gereken çok ciddi
ve tarihsel bir hata vardır. Kur’an’daki ibadet, ubûdiyet (kulluk), âbid (ibadet
eden), abd (kul) kelimelerini geleneksel kabule uygun olarak ‘kulluk’ eksenli
sözcüklerle Türkçeleştirmeyi sürdürmekteyiz. Bu tümden yanlış değildir ama işin
yarısıdır. Gerçeğin bir diğer yarısı, ibadet sözcüğünün etimolojisinde
saklıdır.
İbadet sözcüğünün semitik menşei
İbranice'deki ‘aboda’ dır. Aboda iş yapmak, değer üretmek, birisi adına çalışmak
demektir. Bu durumda Kur’an’daki ibadetin esas anlamı, iş yapmak, değer üretmek
olur. Abd veya âbid bu işi yapan kişidir.
İbadetin bu
anlamı Kur’an’daki amel (iş yapmak, değer üretmek) kavramıyla birlikte
düşünüldüğünde iyice yerine oturmaktadır. İnsan, sürekli amele yani iş ve
üretime çağrılmakta, ölümsüzlüğün temel şartı olarak amel gösterilmektedir.
Dahası, Kur’an, mensuplarına “Allah’ın yardımcısı olun” (Saff, 14) emrini
vermekte ve “Allah, kendisine yardım edene elbette yardım edecektir” (Hac, 40)
demektedir. Tüm bunlar üst üste konduğunda Allah’a kul olmak sürekli amel yani
sürekli iş ve üretim olarak karşımıza çıkar.
Şimdi,
insanların ve cinlerin yaratılma amaçlarını gösteren temel ayete bir göz atalım:
“Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri dışında bir şey için yaratmadım.”
(Zâriyât, 56 )
Arapça karşılıkla, ibadet sözcüğünün
esas kaynağındaki aboda karşılığını birleştirirsek bu ayetin bizim için sonuç
anlamı şu olur: “Ben, cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri/ benim için iş
yapıp değer üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.”
Kur’an’daki ibadet ve ubûdiyet öyle sanıldığı gibi basit bir kölelik
ve köleleşme değildir; hür ve atılgan bir benliğin Yaratıcı ile bütünleşerek
varlık ve oluş bünyesinde faal bir rol almasının ifadeye konuluşudur. Böyle
olunca, ibadet belirli bir mekâna hapsolup tespih çekmek veya irade ve düşünceyi
tabularla prangalayıp uyuşmak değil, tüm yeryüzünü bir mabede dönüştürerek
insanlığın hayrına ve hayatın tekâmülüne hizmet amacıyla sürekli değer
üretmektir. Bunun Kur’ansal ve ilkesel sonucu şudur:
Tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. İbadetin Kur’ansal
ruhu, ölümsüzlüğü yakalamak için sürekli iş yapıp değer üretmenin
kutsallaştırılmasıdır.
İBADETLERİ
ŞİRKE DÖNÜŞTÜREN BELA: RİYA
Müfessirler
(Kur’an’ı yorumlayan bilginler), ibadetin üç derecesinden söz ederler: Bu
derecelerin en basitinde bile riya, yani Tanrı’dan başkalarına ibadet ettiğini
gösterme düşüncesi olmamalıdır. Aksi takdirde, şekliyle ibadet adını alan
davranış, hakikati bakımından şirk yani Allah'a ortak koşmak olacak ve Mâûn
suresinin açık beyanıyla, yapanın lanetlenmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
İş buraya geldiğinde dehşet verici bir tablo ile karşılaşıyoruz:
Şunu asla unutamayız, unutturamayız: Namaz kılmayanları
lanetlemeyen Kur’an, namazında Tanrı rızası dışında bir şey bekleyenleri veya
namazı birtakım çıkarlara araç yapanları lanetlemekte, hatta dini inkârla itham
etmektedir.
Kıldıkları namazlar sadece lanet vesilesi
olanların kimlikleri ve belirtileri hakkında ayrıntılar için bizim ‘Mâûn Suresi
Böyle Buyurdu’ adlı eserimiz okunmalıdır.
Yorum Gönder