Tolga Tanış hakkında internette şu bilgi var: “Hürriyet gazetesinde
köşe yazarıdır.Yazılarında olayları derinlemesine araştırıp,alışılmışın
dışında tespitler yapmaktadır.Tolga Tanış 2015 yılında Potus ve Beyefendi
adında bir kitap çıkarmıştır.Kitapta 2002 Gün Türkiye-Amerika
ilişkisinin inişli çıkışlı hikâyesini anlatmıştır..Kitabında ilk kez
ortaya çıkan belgelere yer vermektedir. Kitap isimde geçen Potus Barack
Obama’ya, Beyefendi ise Recep Tayyip Erdoğan’a karşılık gelmektedir.”
Tolga’yı Hürriyet Pazar’da çalıştığı dönemden bu yana tanırım. Saat
18’den sonra zemin katındaki barda sohbet ettiğimiz olurdu. Sonra
gazetenin ABD temsilcisi oldu. Birkaç yıldır sütun sahibi bir gazete
yazarı. Tolga hakkında, “Yazılarında olayları derinlemesine araştırıp,alışılmışın dışında tespitler yapmaktadır”
saptamasını kim yaptıysa, aferin, iyi yapmış. Çünkü Tolga bir “Köşe
Yazarı” değil, bir “Gazete Yazarı”, bir “Chroniqueur” (Fr.), bir
“Columnist” (İng.), bir “Yorumcu Yazar”… Bir “Gazeteci-Yazar” değil, bir
“Gazeteci ve Yazar”.
Türk basınında “Gazeteci-Yazar” mebzul miktarda vardır ama “Gazeteci
ve Yazar”, “Yorumcu Yazar” niteliğine sahip olanın sayısı (bol keseden)
10’u geçmez. Tolga galiba benim yarı yaşımda falan… Zaten bu nedenle
“Tolga” diyorum… İlgi, Bilgi ve Görgü’yü “yazı”ya dönüştürmeyi,
“Okuma”yı çok iyi biliyor.
Bugün onun 10.01.2016 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısını okuyacağız. Ardından ben biraz işe karışacağım.
***
TOLGA TANIŞ / ARAPÇA MI, TÜRKÇE Mİ?
BUGÜN Erdoğan yönetiminin bölge politikalarına bakışına dair de fikir verecek, önemli bir tartışma bu.
Aynı zamanda Washington ve Ankara arasında başka bir farklılık haline gelen…
Türkiye’nin geleceğinde belirleyici rol oynayacak kritik bir mesele.
Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin çocuklarına hangi dilde eğitim verilecek?
Arapça mı, Türkçe mi?
Konu en son Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Suriyelilere Arapça eğitim
verecek bir eğitim kurumu oluşturulması konusunda işbirliği anlaşmasına
varmasından sonra yeniden gündeme geldi. Sanki çok normalmiş ve bunun
tartışılacak bir tarafı yokmuş gibi sunuluyor.
Ama öyle değil.
***
BİR defa işin en şaşırtıcı kısmı, Washington Yönetimi, bu konuya özel önem veriyor.
Türkiye’deki Suriyeli çocukların eğitimi için konferanslar
düzenliyor, bu konuda araştırmalar yapılması için epey çaba sarf ediyor.
Bunun son örneği, Türkiye’nin G-20 Zirvesi’ne odaklandığı kasım ayında yaşandı.
Ve Amerikan Yönetimi, Antalya’da zirvenin olduğu gün, Washington’da
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda sırf bu konu için tam gün süren çok
geniş bir konferans düzenledi.
16 Kasım’da Beyaz Saray Genel Sekreteri Denis McDonough’un açılışını yaptığı toplantının başlığı da aynen şuydu:
“Türkiye’deki mülteci çocukları için eğitim açığını kapatmak.”
***
TOPLANTIYA Amerikan Dışişleri ve düşünce kuruluşlarından yetkililerin
yanı sıra Suriyeli sığınmacıların ihtiyaçlarını karşılayan Afet ve Acil
Durum Yönetimi AFAD’dan üst düzey isimler de katıldı.
Ve taraflar soruna çözüm için çeşitli öneriler getirdi.
Ancak toplantının ardından hem Amerikan hem Türk yetkililerle
yaptığım görüşmelerden de fark ettiğim, iki tarafın çözüm için çok temel
bazı konularda farklı düşündükleri ortaya çıktı.
Şöyle:
***
SORUN 1: Bugün Türkiye, 2 milyonu aşkın Suriyeli mültecinin yaklaşık 250 bin çocuğuna çeşitli şekillerde eğitim imkânı sunuyor.
Bu çocukların yaklaşık 40 bini Türk okullarına gidiyorlar.
Çocuklar okullara kaydolmuşlar ama dil engeli sürüyor.
Bölgedeki öğretmenlerin de bu çocuklarla iletişimi kısıtlı ve bunu aşmak için bir eğitim programı yok.
Ayrıca eğitim “parasız” olsa bile Suriyeli aileleri zorlayan bu
okulların gizli masrafları, daha fazla çocuğun bu şekilde okula
kaydettirilmesini zorlaştırıyor.
Amerikalılar, bu çocuklar için Türkçe kurslar öneriyorlar.
Türk makamları ise mülteciler nasıl olsa bir noktada ülkelerine dönecekler, diye bu konuda bir plan geliştirmiyor.
***
SORUN 2: Çocukların yaklaşık 200 bini ise “Geçici Eğitim Merkezleri”nde (GEM) öğretim görüyorlar.
Bunlar, Suriyeli mültecilerin kamplarında yaşayan Suriyeli öğretmenlerin, Türk okullarında verdikleri Arapça dersler.
Dersler, okulların kendi Türk öğrencilerine verdikleri eğitim bittikten sonra öğleden sonra başlıyor.
Ve Arapça müfredatın ardından, öğrenciler sınavlardan geçiriliyor.
AFAD yetkililerinden öğrendiğime göre kamplardaki 2 bin 500 Suriyeli öğretmen gönüllü olarak buralarda ders veriyor.
Yasa olmadığından Türk hükümeti bu kişilere maaş ödeyemiyor.
Ancak Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF bu öğretmenlere 150 dolar aylık veriyor.
Amerikalılar, yasayla bu okulların daha yerleşik bir yapıya kavuşmasını öneriyor.
Ama Türkler, yine aynı sebeple, nasıl olsa dönecekler, diyerek adım atmıyor.
***
SORUN 3: Ve hikâyenin asıl can alıcı kısmı.
Bir şekilde Türkçe ya da Arapça okula giden çocuklar dışında,
Suriyeli mültecilerin Türkiye’de yaşayan 400 bin çocuğu hiçbir eğitim
almıyor.
Bunlar sizlerin sokaklarda dilendirilirken gördüğünüz ya da sınır
bölgelerinde üç otuz paraya çalıştırılıp sömürülen, suiistimal edilen ya
da Yunanistan’a kaçmaya çalışırken ölen çocuklar.
Amerikalılar, işin hem insani boyutu hem de bu çocukların ileride
radikalleşme ihtimallerini de düşünerek Ankara’yı soruna çözüm üretmeye
zorluyor.
Ankara ise “Ben bu işin altından tek başıma kalkamam” deyip uluslararası toplumu desteğe çağırıyor.
Ve işin en büyük kırılma noktası…
Amerikalılar, bu çocuklara Türkçe öğretilmesi için bastırıyor.
Türkçe kurslar açılmasını, bu çocukların Türk eğitim sistemine entegre edilmeleri gerektiğini savunuyor.
Türkler ise yine aynı sebeple “Nasıl olsa geçici olarak
Türkiye’deler” bahanesine sığınarak, Arapça eğitim modelini
genişletmenin daha doğru olduğunu savunuyor.
***
SURİYE işi bitmez.
Esad daha ne kadar kalır, Kürtler ne kadar ilerler, Ruslar ne yapacak, bunları gün aşırı yine konuşuruz.
Ama Türkiye’nin geleceğine dair en acil meselelerden biri bu çocukların durumu.
Gelecekte kaçak işçi sorunundan suç örgütlerine, radikalleşmeden
Türkiye’nin toplumsal dokusuna birçok alanda yansıması olacak hayati bir
konu.
Ve Türkiye’nin konuyu ele alış şekli tartışmalı.
Niye Arapça, açıklamaları lâzım.
(Hürriyet, 10.01.2016 ,Pazar)
***
İnancın okuması-yazması yoktur. R.T.Erdoğan’ın önderliğinde
siyaset çölünde yola çıkan AKP hükümeti, kör inanç saplantısıyla, ne
tarihi, ne coğrafyayı ne de yurtbilgisini okuyabildi ve bu nedenle,
Konya yerine Hanya’ya gitti. Üstelik Hanya’nın da nerede olduğunu
bilmiyor(du).
Bu durumda “Ne kadar erken telef olurlarsa o kadar iyi!”
diyecekler çıkabilir ama o zaman ülke o denli haşat olur ki bir daha
belini doğrultamaz.
R.T.Erdoğan’ın imam-hatip bilgisi, İslam (Arap) dünyasının
yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kuracak bir Mehdi beklediğini sanıyordu
ve bu beklenen Mehdi şüphesiz kendisiydi. Türkiye’yi bu denli zahmetsiz
ele geçirmesi gözlerini karartmış, kendisini dev aynasında görüyordu.
Arap devletlerinin birinin bile KKTC’ni tanımış olmamasının
aritmetiğini anlamamıştı.
Arap Baharları sırasında Müslüman Kardeşler atına oynarken
atın en azından bir ayağının kırık olduğundan habersizdi. Uzun yıllardır
İngiltere’de sürgün hayatı yaşayan, An (En) Nahda lideri Raşid
Gannuşi’nin[i] belki adını bile bilmiyordu.
Bakın, 6 Kasım 2011 tarihli Hürriyet’te ne yazmışım:
[Tunus’ta 23 ekimde yapılan Ulusal Kurucu Meclis
seçiminde yüzde 41.47 oy alan En Nahda’nın lideri Gannuşi “Tunus ve
Türkiye birbirine çok benzeyen iki ülke ama her iki ülkenin kendi iç
dinamikleri farklı. AK Parti’yi örnek alıyoruz, fakat bizim düşünsel
önderimiz diyemem. Onlar laik olduklarını söylüyorlar, biz laik
değiliz!” diyor(du).
AKP’nin laik olduğu yanılsamasını bir yana bırakalım,
gerçek artık anlaşılmıyor mu? Mısır’da da aynı şey olacak. Sırası
gelince Suriye’de de… Irak’ta olan oldu zaten.
Bir İslam ülkesinde laiklik olmazsa demokrasi de hayalden ibaret kalmaya mahkumdur!]
R.T.Erdoğan Suriye’de olan-bitenden zırnık anlamıyordu. Dil
bilmeden tercüme yapan bir çevirmene benziyordu; AKP ve kitlesi de
ortaya çıkan çeviriye kutsal metin muamelesi yapıyordu. Sanki dünyanın
sonu gibi bir şey. İçerde çıkan “Bahar huzursuzluğu” dışardan gelen
profesyonel teröristler tarafından azdırılan bir ülkede barışın
gelmesini o ülkenin seçimle göreve gelmiş olan Cumhurbaşkanı’nın
görevden ayrılması şartına bağlamak kimin hakkı olabilir? Kimsenin!
Buna karşın bu hukuksuz saçmalığa devam edersen elin oğlu da senin için
aynı şeyi istemeye hak kazanır ve Putin de “Mevcut hükümet gitmeden
Türkiye ile aramız düzelmez!” der.
Türkiye’de 3 milyona yakın Suriyeli sığınmacı varsa, bunun
tek sorumlusu elbette Erdoğan. Sığınmacıların kaçı Esat rejiminden
kaçtı, kaçı uluslararası İslamcı terörizmin zulmünden kaçtı? Erdoğan’a
bakarsanız tamamı Esat rejiminden kaçtı, ki bu iddia gerçek dışıdır.
Mevcut durumda gerçek olan şu: Türkiye, mevcut hükümetin siyasal
okur-yazar olmaması sonucu olarak Suriyeli sığınmacılarla başbaşa
kalmıştır. Bu sığınmacıların geçici olarak Türkiye’de bulunduğunu sanmak
zifiri bir cehaletten başka bir şey değil. Sığınmacıların bir bölümünün
geri dönmeleri Suriye’de devletin yeniden kurulmasına ve ülkenin toprak
bütünlüğünün sağlanmasına bağlı. Ülke üç-dört parçaya bölünürse ne
olacak? Malını mülkünü, ailesini, güvenliğini yitirmiş Suriyeli neden
geri dönsün? Bu mümkün değil.
ABD ve Koalisyon müttefikleri Suriye’de devlet düzeninin
tekrar kurulmasının onlarca yıl (birçok 10 yıl) sürebileceğine
inanıyor. Demek ki bu süre içinde Suriyeli nüfus 10 milyonu bile
geçebilir. İşte bu nedenledir ki ABD Suriyeli çocukların bir an önce
Türkçe öğrenmeleri için “Türkçe kurslar açılmasını, bu çocukların Türk
eğitim sistemine entegre edilmeleri gerektiğini savunuyor.” Bunun
Türkçeye tercümesi şu: Suriyeliler artık geri dön(e)meyecek. Türkçe
öğrenen çocuklar ve yetişkinler Türkiye’ye entegre olur mu? “Olur”
demek “Arap gerçekliği”ni tanımamak, bilmemek anlamına gelir!
Fransa’daki Cezayirliler, Almanya ve Holanda’daki Kuzey Afrikalılar,
vatandaş olmalarına karşın, bulundukları ülkelere 50-60 yıldır entegre
oldular mı? Hayır! İslam’ın Araplar için sadece bir din olmadığını, aynı
zamanda bir dil, bir kültür, bir tarih, bir hukuk ve gündelik hayat
tarzı olduğunu kaç kez yazdım. Türkiye, Kürt sorunundan sonra,
R.T.Erdoğan ve AKP sayesinde, bir Arap sorununa da sahip oldu. Zar zor
yenen “Türkiye türlüsü”ne bir de Arap salçası eklendi.
Tolga Tanış’ın yazısının en önemli bölümüne gelince : “Konu
en son Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Suriyelilere Arapça eğitim verecek
bir eğitim kurumu oluşturulması konusunda işbirliği anlaşmasına
varmasından sonra yeniden gündeme geldi. Sanki çok normalmiş ve bunun
tartışılacak bir tarafı yokmuş gibi sunuluyor.”
Bu anlaşma gerçekleşirse el bombasının pimi çekilmiş olacak.
Ondan sonra sıra Suriyeliler için Arapça liseler ve üniversitelere
gelecek. O zaman Suriyelilere tanınan ayrıcalık Kürtlere neden
tanınmasın, onların başı kel mi?
Çok yazık, Türkiye artık Osmanlı gibi bir hasta adam. Hasta
Osmanlı’dan bir Türkiye çıkmıştı; ama bu hasta Türkiye tahtalı köyü
boylarsa ondan bir başka Türkiye çıkmaz.
Erdoğan ve AKP ya bu gerçeği görmüyor ya da Türkiyesiz bir devlet gibi hayalleri var!
Ama, Sultanahmet canlı bombası, gelecekteki terör ve
organize suç örgütlerinin verimli kaynağının neresi olacağının adresini
veriyor. Zavallı, acınılacak ülkemiz!
Özdemir İnce/ozdemirince.com
14 Ocak 2016
[i] (İngilizce: Rashid al-Ghannushi veya Rached Kheriji),(Arapça: راشد الغنوشي) (Haziran 1941, Tunus), Tunus Nahda Hareketi‘nin lideri. Raşid Gannuşi, 1941 senesinde Tunus’un güneybatısındaki
bir köyde, çiftçilik yapan Berberi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
geldi. Gannuşi, 18 yaşında el-Zeytun’a dini eğitim almaya gönderildi.
Daha sonra, eğitim hayatını Mısır ve Suriye’de
sürdürdü.
1970’li yıllarda ülkesine dönen Gannuşi,
Nahda Hareketi’ni başlatmıştır. Kendisini ‘Müslüman demokrat’ olarak
tanımlayan Gannuşi’nin siyasi düşüncesinin temelinde, devlet otoritesi
karşısında halkın güvenliğini sağlamak vardır. 1980 yılında Londra’ya sürgün edilen Gannuşi, 2011 yılında, Tunus’un 23 yıllık Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali‘ye karşı başlatılan Yasemin Devrimi‘nin ardından Tunus’a dönerek aktif siyasete başlamış ve Nahda Hareketi’nin genel başkanlığına seçilmiştir.
Yorum Gönder