“Türkiye’de hukuk devleti niteliklerinin her gün törpülendiğini görüyoruz”.
“Anayasalar ulusal yaşam andıdır”
“Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişinin yaptığı konuşmalarında hiç laikliğe değindiğini gördünüz mü?
Son iki anayasa referandumu ile Türk toplum kandırılarak Türkiye tek adam rejimine sürüklendi
“Eğer haklar güven altına alınmamışsa ve eğer kuvvetler ayrılığı yapılmamışsa bu ülkenin anayasası yoktur”
“Türkiye bir tek adam rejiminin altına girdi”
Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu’nun organize ettiği sempozyumda, Anayasa değişikliklerinden kaynaklanan rejim sorunları seçkin hukukçularca Ankara Barosu Eğitim Birimi salonunda Oturum Başkanı Av. Selçik Ulusoy moderatörlüğünde irdelendi, vatandaşlara sunuldu. 22.11.19 günü Baro salonundaki sempozyuma (bilgi şöleni) konuşmacı olarak, 1972-1974 Yılı Ankara Barosu Başkanı, 1998-2002 yılları Türk Hukuk Kurumu Başkanı, Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı, Ufuk Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi Av. Yekta Güngör Özden(1), Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu(2), Emekli Öğretim Üyesi, ANKA Derneği Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, 24. Dönem CHP Milletvekili-Atatürkçü Düşünce Derneği 2018-2019 Dönem Başkanı Prof. Dr. Süheyl Batum katıldılar.
Salonu dolduran çeşitli sivil toplum kuruluşu temsilcileri, stajyer avukatlar, öteki seçkin dinleyicilerin izledikleri konuşmacılar ilginç önemli açıklamalarda bulundular. Biz de bu güzel ve uyarıcı mahiyetteki konuşmaların dört duvar arasında kalmaması, geniş kitlelere yayılmasını sağlamak amacıyla konuşmaları çözerek yazma gereğini duyduk. Umarız yaralı olur.
Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Ankara Barosu Başkanı Av. R.Erinç Sağkan’dan sonra Av Yekta Güngör Özden konuşarak şu açıklamalarda bulundu:
“-Türk hukukun içinde bulunduğu dönemi bir çalkantı sözü gibi açıklamak benim ağırıma gitmekte üzmekte birlikte gerçeği söylemenin rahatlığını hissediyorum. Siyasal nedenlerle ve siyasal amaçlı sömürülerle hukuktan verilen ödünler hukukun giderek yaralanmasını, hukukun etkisizleştirmesini ve hukuk devletinin gölge altında kalmasını gerektiriyor. BU üzüntü hepimizin yurttaş olarak emanet aldığı korumakla görevli olduğumuz TC içinde ağır bir darbe niteliğini taşıyor. Bu bakımdan hukuk konusunda Türkiyemiz’de söylenecek çok söz var. Ama anayasa bağlamında konuşmakla sınırlandırıldığımız için ben kısaca değinerek anlatacağım.
Bir kere 1951 anayasasının Kurtuluş Savaşı dönemindeki hazırlıkları Büyük Atatürk ve arkadaşlarının ne kadar idealist olduğunu ve ileriyi gördüklerini gösteriyoruz. Cumhuriyetin ilk anayasası 1924 Anayasası, o 1924 Anayasasının özellikle harf devriminden sonra açılımlarıyla 1937 deki düzenlemeleriyle altı okun benimsenmesi ve yaşadığı süreçlerde hep bize kıvanç veren oluşumlardır.
Bütün bunları daha sonra 1950 iktidarının anayasa dilini değiştirip eskiyi getirmekle sonradan geri dönüp düzeltmekle geçirdiği dönemden sonra, çoğumuzun içinde yaşadığı, burada çoğunuz gençsiniz bilmiyorsunuz, 1961 Anayasası dönemini izledi. 1961 Anayasası siyasal nedenlerle çok eleştirildi ama bana göre dünyanın üç dört anayasasından birisiydi. Biz onun da değerini bilemedik. Bu gün içinde bulunduğumuz süreç 1982 Anayasasının bile giderek daha kötü duruma düşürüldüğü günleri yaşatıyor.
İki yıl önce bir yazımda değinmiştim, HUKUKÇU OLDUĞUMU SÖYLEMEYE UTANIYORUM, demiştim. Türkiye’deki hukukun durumunu ve düzeyini anlatabilmek için özetle, ama şimdi de söyleyeyim, 1961 Anayasası üzerinde siyasal sömürülerle, siyasal amaçlarla özellikle son dönemde tek adam rejimine dönüştürmekle zaten alabora edilen bu anayasamız bu gün taşınması bile benim için yük sayılan anlık içermektedir. O bakımdan Türkiye’nin içinde bulunduğu bu gölgeli durumu ben hukuksal karanlığa benzetiyorum, beni bağışlayın. Ama gerçekten de durum böyle. Türkiye’de hukuk devleti niteliklerinin her gün törpülendiğini görüyoruz. Amaçlı bana göre, özellikle dinsel amaçlı bir açılımın Orta Doğu’da tek adam yönetimine dönüşü belirten emareleri açık açık izlediğiniz bir oluşumun içindeyiz şimdi. Günümüzün cumhurbaşkanı Anayasanın 103. Maddesindeki tarafsızlık andını yitirdi. Hem tarafsızlık andını içeceksiniz, tarafsız davranacağınıza namusunuz ve vicdanınız üzerine ant içeceksiniz, hem de bir partinin genel başkanlığını yükleneceksiniz. Bunu anayasa bağlamında hoş görülecek bir yanı yoktur, bunu iyice bilmemiz gerekiyor. Anayasayı koruma adına ant içen bir kimsenin bu derece dışladığı göz ardı ettiği ortamda da hukuk devletinde söz etmenin acılığını ve olanaksızlığını siz de kabul edeceksiniz. O bakımdan içinde bulunduğumuz günler, anayasal süreçte iyi günler değil.
Benim bir nitelemem vardı, -anayasalar ulusal yaşam andıdır, ben bunu 40 sene önce söylemiştim, yine söylüyorum. Ama anayasaların ulusal yaşam andı olması olma niteliğini giderek yitirdiğini görüyoruz. Çünkü siyasal amaçlarla, dedik ya partizan düşüncelerle anayasalarla çok oynandı. Evvelce yanımdan hiç ayırmadığım anayasayı son zamanlarda, inanırmısınız taşımak bile istemiyorum, çünkü anayasa bizim bildiğimiz ve savuna geldiğimiz ilkeler ve değerlerden tümüyle uzaklaştı, Anayasanın en öneli konusu, ikinci maddesi Cumhuriyetin nitelikleri idi. Bu nitelikler göz ardı edildi. Son zamanlarda Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişinin yaptığı konuşmalarında hiç laikliğe değindiğini gördünüz mü? Duydunuz mu yok. Anayasanın temelini Cumhuriyeti oluşturduğunu ilan edip benimsendiği bu kuralın bile dışlandığı bu günlerde biz hukuk devleti niteliği korumakta adeta güçlük çekiyoruz. Benim yargıya olan güvenimin sarsılması, hukukçu tanıdığım insanlardan kimilerine benzemelerine benzemediğimi istediğim halde, kimi hukukçu sıfatını taşıyan gençlerin şimdi izledikleri yollar kullandıkları yöntemler ve imzasını attıkları kararlar, beni derin derin düşündürmektedir. O bakımdan Türkiye’de hukuk devleti bizim bir siyasal güneşimiz olduğu halde hukuk devleti Cumhuriyetin bize emanet edilen niteliklerinin yaşatılmasının koşulu olduğu halde giderek çiğnenmekte ve göz ardı edilmektedir. BU durumu ben üzüntü ile karşılıyorum. Bu konuda çok söyleyeceklerim var, bir açış gibi olsun diye arkadaşlarıma sözü bırakıyorum”.
Konuşmasında Cumhuriyet Emekli Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, şunları söyledi:
“-Bundan tam 230 yıl önce 26 Ağustos 1789 da Fransızlar İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemini dünyaya ilan ettiler ve bu bildirgenin 16 ncı maddesinde dediler ki, “EĞER HAKLAR GÜVEN ALTINA ALINMAMIŞSA VE EĞER KUVVETLER AYRILIĞI YAPILMAMIŞSA BU ÜLKENİN ANAYASASI YOKTUR” dediler. Kuvvetler ayrılığına yer verilmemişse veya anayasalarında kuvvetler ayrılığı olmasına rağmen çelişik değişik başka maddelerle onu boşaltan ve ortada kuvvetler ayrılığını bırakmayıp bütün gücü bir tek adamın üzerine yükleyen rejimlerin de anayasaları vardır, ancak o ülkeler anayasal devlet değiller bir ve sadece anayasalı devlet halinde kalmak durumundadırlar.
Peki, TC ne durumdadır? Türkiye Devleti bir cumhuriyettir, birinci maddede Cumhuriyeti ilan ettikten sonra, ikinci maddesinde Cumhuriyetin niteliklerini teker teker sayar, anayasamız ve bu ikinci maddeye göre kuşkusuz “insan haklarına saygılı ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayalı laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir” denir.
O halde bizim dikkatle incelememiz gereken nokta, ikinci maddede başlangıç bölümünde belirtilen temel nitelikler nedir, dememiz olmalıdır. Başlangıç bölümünün 4 ncü paragrafı kuvvetler ayrılığını çok açık biçimde net biçimde ortaya koymuştur. Bu kuvvetler ayrılığı gerçekte ABD de olduğu gibi katı sert bir kuvvetler ayrılığı olmamakla beraber elbette ki medeni bir işbölümü ve işbirliği temelini esasını belge kabul eden, ancak kuvvetler ayrılığını üç temel organa yani yasama, yürütme, yargıya veren bir sistem olarak ortaya çıkarmıştır. Demek ki kuvvetler ayrılığı bizim anayasamızın ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan ve gerçekte temel ilke olarak dayalı kabul edilen kuvvetler ayrılığı 4 ncü maddede sayılan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükümlerinden biridir. O halde 7-8 ve 9 ncu maddelerinde bu üç erke tanınmış olan yetkiler ve görevler ki görevler zaten yürütücüye verilen bir görevdir, diğerleri yetkidir.
Son iki anayasa referandumu ile Türk toplum kandırılarak Türkiye tek adam rejimine sürüklendi
Bunların yerine getirilip getirilmediğine ve kuvvetler ayrılığının bu gün Türkiye’de olduğunu anlamamız herhalde yapılan değişikliklerden sonra incelememiz gereken bir husus olmaktadır.
Tabi biz iki halk oylaması geçirdik, bunlardan birincisi 12 Eylül 2010 daki ve yargı sistemini tamamen alt üst eden ve yargıyı sadece bir belirli örgütün eline vermekten ve “mezardaki ölülere bile oy verdirin” öğüdüne uygun biçimde geçen bir halk oylamasının sonucu ortaya çıkan bir sonuçtu.
Tabi 16 Nisan 2017 deki diğer halk oylaması ise hafızalardan “atı alan Üsküdar’ı geçti” özdeyişi ile hatırlanacaktır ve bu özdeyişten sonra Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) “mühürsüz zarf olayı da asla unutulmayacaktır. O noktada yani halk oylamasıyla bu gün önümüze çıkan bu anayasadaki değişikliklerle bir tek adam rejimi haline gelen bu 6771 Sayılı Yasanın Anayasa Mahkemesine götürülmemiş olması, herhalde sorumlu olan ana muhalefet partisiyle birleşebilecek 110 milletvekilinin sorunluluğunu hatıra getirmektedir. Çünkü bu yapılan değişikliklerin kuşkusuz bir kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldıracak ve ortaya bir tek adam rejimi çıkaracağı çok söylendi, anlatıldı, fakat anlaşılamadı. İşte orada ana muhalefet partisinin bir siyasi takdiri herhalde bahse konu oldu. Ya halk oylamasına girecek olan bu 6771 Sayılı Kanunun değiştirilmesi teklif edilemeyecek bir konuyu taşıdığı, bu nedenle teklif edilemeyecek bir hükmün yasalaşmasının Anayasa Mahkemesi AYM) tarafından iptali gerektiği ileri sürülerek AYM ne bir iptal davası açılması mümkün idi. Fakat ana muhalefet herhalde kendisine ve seçmenlere duyduğu güvenle olsa gerek bir halk oylaması öncesinde halkın oyuna güvenmeden AYM ne başvurunun aleyhine kullanılacağını hesap ederek bu konuda AYM ne olayı götürmedi.
Kaldı ki şimdi çok rahat bir şekilde ifade etmek mümkündür ki, o tarihteki oluşumu itibariyle lehte aleyhte söylenebilir ama herhalde anayasayı koruma görevi sayılan kurumların yanında mutlak olarak ana muhalefet partisinin de göreviydi. Bu sorumluluğun her halde “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünden sonra da halka adalet yerine demokrasi adıyla çıkılabilseydi ve bir milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması konusunda kendi hatalarını da bir tarafa bırakarak İstanbul’a yürümek yerine, bu kararı veren YSK na Türkiye’nin her yerinden Ankara’ya yürünse, herhalde bu yürüyüşün ortaya çıkardığı sonuçtan çok daha iyisi elde edilebilirdi.
Şimdi bu anayasa değişikliklerinden sonra kuvvetler ayrılığı ilkesini Türkiye’de ne hale getirildiğini kısa bir panoramasını ortaya koymakta herhalde yarar olsa gerek ki, ortaya çıkarılan sistemin rejimin gerçek adını da ancak bu şekilde kanıtlayabiliriz.
Yasama bu anayasa değişikliğinden sonra nasıl bir biçim aldı. Bir kere her şeyden önce yasama işlevsiz bir hale getirildi. Kendi hesabına uygun olarak 550 yi 600 üyeye çıkarmak suretiyle, biraz sonra anlatacağım konularda siyasi iktidar, kendisine daha yatkın bir oylama sistemi ve kendini koruma biçimi sağlamış oldu. Bir kere her şeyden önce sözlü soru ve gen soru verme olayı ortadan kaldırıldı. Meclisin bütçe yapma yetkisi tamamen ortadan kaldırıldı. Hatta bütçeyi ret etmesi dahi Cumhurbaşkanlığının hazırladığı bütçenin ret edilmesinde dahi 110 ilave ile yenisini eskisi gibi devamını sağlanmış oldu. Ayrıca belirli bir şekilde Meclisin kendisini feshederek erken seçime gitme olanağı nitelikli çoğunluğa getirilerek nerede ise imkânsız hale getirildi. Kaldı ki Meclisi feshetme yetkisi de doğrudan doğruya Cumhurbaşkanının zamana ve zemine uygun bir şekilde tek başına karar vermesine bağlı kılındı.
Meclis soruşturması adı kaldırıldı ve soruşturma gerçekte tam sayının onda biri ile mümkün iken nitelikli çoğunluk haline getirilerek 360 oya getirildi.
Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile tüzel kişi olayında sadece Meclise ait olan yetki Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle bölüşüldü, ortak hale getirildi. Ayrıca cumhurbaşkanlığına vekâlete yetki dahi o Meclisin başkanından alındı ve kendisinin tayin ettiği, atadığı Cumhurbaşkanı yardımcısına tanındı. Yani Meclis başkanlığının yetkisi ve etkisi sıfırlanmış oldu. Yürütme zaten doğrudan doğruya Cumhurbaşkanının şahsına bağlı kılındı ve ayrıca özellikle yargı o tek kişinin kendi takdirine bırakılmış oldu.
15 kişilik AYM nin 12 sini Cumhurbaşkanının bizzat seçmesi ve diğer üç tanesini de zaten egemen olduğu Meclis tarafından seçilmesi suretiyle Meclisin oluşumu böylece tek kişinin iradesine bağlanmış oldu.
Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) 13 kişinin üyelerinin ikisi zaten bakan ve müsteşar olarak doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı iken, ayrıca 4 üyenin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi kabul edildi ve kalan yedi üye de Meclis tarafından yine Cumhurbaşkanının egemen olduğu Meclis tarafından seçilerek Yargıtay’a seçim tamamen Cumhurbaşkanının iradesiyle özdeş hale getirildi.
Danıştay üyelerinin ¼ dörtte birinin seçme yetkisi Cumhurbaşkanına ait oldu. Böylece yargı gerçekte hem seçimler itibariyle Cumhurbaşkanının tayin ve takdirine bağlı oldu, ayrıca yargı vermiş olduğu kararlar itibariyle egemen olan HSYK tarafından gerektiğinde ödüllendirme, gerektiğinde cezalandırma bakımından gerçekte bağımsız ve tarafsız hareket etme yetkisinden uzaklaştırıldı ve TÜRKİYE BİR TEK ADAM REJİMİNİN ALTINA GİRDİ. Bu tek adam sanki yetmezmiş gibi ve tarsızlık üzerine de yemin ettiği dikkate alınmadan aynı zamanda parti genel başkanı olarak, Ayrıca partili ve siyasi iktidar partisinin genel başkanı olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanı oldu v böylece, biz buna herhalde şöyle demeliyiz, hiper patronlu bir başkanlık sistemine girmiş oldu.
Bu bir yılı geçen süre içerisinde gerek ekonomi, gerek iç politika, gerek dış politika, eğitim aklınıza ne gelirse bütün bu konular üzerinde Türkiye’nin getirildiği durum herhalde uluslar arası kamuoyu şirketleri tarafından yapılan tomer araştırmaları ve değerlendirmeleri itibariyle her halde iftihar edebileceğimiz bir durumdan bizi hızla çıkardı.
Biz bu duruma herhalde bu tek adam rejimi diyebiliriz. Hatta daha ileri gidip hiper patronlu başkanlık sistemi de diyebiliriz. Ama her halde doğru olduğuna inandığım ve benim bir makalemde de kullandığım gibi, buna ucube bir sistem daha rahat bir şekilde söyleyebiliriz.
Bu geldiğimiz durumdan nasıl çıkarız, asıl sorulması gereken ve aranması gereken cevap bu olmalıdır. Nasıl çıkabiliriz bu durumdan?
Bir kere her şeyden önce şunu ifade etmek isterim, parlamenter rejim herhalde hiçbir şekilde bir terazinin iki kefesine konulup da, bu ucube sistemle ölçülebilecek bir sistem değil. Çünkü bunun ne kadar başarısız olduğu zaten ortada ve başarılı olmuş bir ülke de yok, bu sistemin içinde. Çünkü hepsi bir otokrat hatta doğrudan doğruya dikta rejimleridir. Dikta rejimine yol açacak sistem bu sistemdir. Yani bunu Türkiye’nin icat ettiği bir sistem olarak söylemek herhalde Türk usulü sistem biçiminde adlandırmak bizi rencide edecek bizi küçültecek bir benzetme olur. Çünkü böyle bir sistem yok zaten, böyle bir sistem olamaz.
Peki, buradan nasıl çıkarız? Buradan çıkmanın bir tek yolu herhalde seçim olmalıdır. Bu kötü yoldan dönüşün tek çaresi seçimdir, halka başvurmaktır. Aslında siyasi partiler bir tek nedenle kurulur. Kendi yapmak istediklerini planlarını, programlarını uygulayabilmek için iktidar olmak isterler ve istemelidirler. Eğer ülke kötüye gidiyor ise, o zaman yapılacak bir tek olay vardır. O da ne yapacağını planının programını anlatarak bu güne kadar çok defa eleştirdiğin o parlamenter rejimin düzeltilmesini istediğin taraflarını da halka anlatarak, inandırarak ve güvendirerek iktidar olma talebini halka hiç utanmadan, çekinmeden açıklamaktan geçmektedir. Bir siyasi parti iktidar olmak için kurulur ve iktidar olmak için vardır. Onun için bir siyasi partinin “yarattıkları bu kötü politika içerisinde tükensinler” demek, gerçekte Türkiye’nin tükenmekte olduğunu unutmak demektir.
O halde ortada bir ucube sistemle işte hep beraber seyrediyoruz, ekonomide ve özellikle de dış politikada içine girdiğimiz bu sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu büyük bir cesaretle, umutla ve halka da bunu aşılayarak erken seçim talebinde bulunmak olmalıdır.
Cumhuriyet kitaplarının güzel bir derlemesi oldu. “Tek adamlı saray düzeni” o kitaba bir makale göndermiştim, o kitapta yayınlanan bu makalenin son bölümünü okumak istiyorum.
-Getirilen sistemin Türkiye’ye faturası ağır olmuştur. Ekonomi eğitim, yargı ve dış politikaları konularında ülkemizin içine düşürüldüğü çıkmaz yoldan bir an önce kurtulması bu gün için çıkar yol erken seçimden geçmektedir. “İktidar olmak istemiyorlar” algısını kırmak “yarattıkları sorunlar içinde tükensinler” deyişinin sonuçta Türkiye’yi tükenişi unutulmadan çıkış yolları ve planları açıklanarak topluma umut ve cesaret vererek halkın söz sahibi olacağı laik, çağdaş ve uygar bir yeni parlamenter sözüyle iktidara talip olmak ve siyasi iktidarı erken seçime zorlamak, muhalefet partilerinin hem amacı hem de görevleri olmaktır-.
Okuyucuyu sıkmamak için bu iki değerli hukukçunun konuşmasını verdik. Öteki yazımızda da kalan iki hukukçumuzun konuşmasını vereceğiz.
Cevat Kulaksız
Cevat Kulaksız Sonnotlar
(1) Yekta Güngör Özden: Türk hukukçu, yazar ve şair. Ankara Barosu Başkanlığı, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ve Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı yapmıştır.
Doğum tarihi: 31 Aralık 1932 (86 yıl yaşında), Tokat
Kitaplar: Cumhuriyetçi demokrasi: yazılar, yazışmalar, röportajlar, karşıoylar, mektuplar, DAHA FAZLA
Eğitim: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1956), Sivas Lisesi (1951), Niksar ortaokulu (1946), Ulucan İlköğretim Okulu (1941) 2
(2)Sabih Kanadoğlu: Türk hukukçu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdi. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Vikipedi
Doğum tarihi: 20 Mayıs 1938 (81 yıl yaşında), Menemen
Kitaplar: Alaturka demokrasi, UnuttukEğitim: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959), Kabataş Erkek Lisesi
Yorum Gönder