SİLİVRİ- Güneş henüz uçsuz bucaksız ovalar üzerinde nazlı nazlı
geziniyorken, soğuğun baskısına boyun eğmeyen yeşillikler, gri ve puslu
binaların çevresinde insana nefes aldırıyor...
Silivri Cezaevi’nin
karşısındaki direniş çadırının nöbetçileri ise henüz uyanmış... Sabah
mahmurluğuna isyan eden demliğin buharı da, tıpkı o güzel insanlar gibi
loş çadıra can vermiş...
Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Turan Özlü,
Hikmet Çiçek ve Deniz Yıldırım’ı ziyaret edecek gazeteciler işte o
çadırın önünde toplandı... Az sonra organizasyonu yapan İzmir
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel’le birlikte cezaevine doğru
yürüyoruz...
Silivri dediğiniz yer sıradan bir mahpushane değil...
İçinde 11 cezaevi varmış!.. Neredeyse 10 binden fazla mahkum... Gri,
kalın ve yüksek duvarlarla tel örgüler arasında köpekler de bekliyor...
Yani mahpushane içinde mahpushane burası...
İkinci kontrol noktasına
giriyoruz. Ayakkabılar, kemerler, metal eşyalar çıkartılıyor ve X Ray
cihazından geçiyoruz. Sonra üçüncü kontrol noktası... Burada kimlikler
alınıyor, bir odada üst araması yapılıyor ve en sonunda da “retina” yani
göz taramasından geçiriliyoruz.
Tüm bunlar bir saat sürüyor. Ve izin
yazısı da imzalandıktan sonra gazetecilerin bulunduğu 1 Nolu L Tipi
Cezaevi’ne yöneliyoruz. Açıkça yazmak lazım; Silivri yerleşkesine girer
girmez karşılaştığımız her görevli güler yüzle “hoş geldiniz” diyor...
Gardiyanlar çok saygılı, tutuklu yakınlarına da sıcak davranıyorlar...
1
Nolu Cezaevi’nin kapısında da güler yüzle karşılanıyoruz. Artık
gazetecilerle buluşabiliriz. Yüzümüzü döner bir kapının önündeki cihaza
tutuyoruz ve göz taraması yapılınca otomatik kapı kendiliğinden
açılıyor... İşte zindana giren özgürlüğün, nefes aldığı son yer
burası!..
Soğuk duvardaki Pinokyo!.
Önümüzde yürüyen arkadaşlardan biri açık görüşün yapıldığı salona girer girmez biz arkada yürüyenler şu sesi duyuyoruz:
“Vayyyyyyy...”
Bir
hasretin belki de masum bir isyana dönüştüğü bir çığlıktır bu ses...
Karşımızda kahverengi kıyafetler içinde, çevresine neşe saçan Mustafa
Balbay’ın sesi bu... Herkese öylesine coşkuyla sarılıyor ki, sanırsınız
hasretin kitabı rüzgarda sayfalarını çeviriyor...
Tam 12 kişiyi tek
tek sarıyor Balbay... Öyle mahpushane kokmuyor Balbay, düpedüz hasret
kokuyor ki, hepimizin yüreğine vuruyor...
Saçları beyazlamış
Balbay’ın... Biraz kilo vermiş, formu yerinde... Gülen yüzünün altında
mahcup biçimde saklanan hüznünün tek nedeni ailesi ve çocukları... Bana
dönerek “Senin o cumartesi öykülerin yok mu?.. Çok güzel” diyor.
O
an masaya Balbay’ın ikramları geliyor. Çeşit çeşit bisküviler, meyve
suyu, çay ve su... “Sofrayı ben açtım gerisi size kalmış. İçine su
katınca beyazlanan her şey olabilir” diye espri yapıyor...
Balbay
arkadaşlarıyla şakalaşırken görüşme odasının duvarında, atık pet
şişelerle yapılmış çiçekler dikkatimi çekiyor. Hepsi bir isyanın mor
gülleri gibi duvarlara çakılı kalmış!..
Yalnız onlar değil, bir
mahkumun yaptığı üç yağlı boya resim de koca duvarları süslüyor... Biri
tıpkı koridorların neredeyse tamamına da damgasını vuran denize hasreti
anlatıyor. Üzerinde Boğaz Köprüsü olan bir deniz... Onun tam karşısında
Atatürk’ü Kocatepe’de gösteren bir “Kurtuluş” Savaşı tablosu var...
Şimdi
sıkı durun; asıl mesaj üçüncü tabloda... O daha da itinayla yapılmış.
Sevimli bir köylü çocuğu yürüyor. Omzunda tuttuğu sopanın ucunda
Alaattin’in Sihirli Lambası ve ucundan beliren cin... Tablonun ikinci
kahramanı ise ağaca oturmuş halde; o sevimli çocuğu alaycı biçimde
izleyen koca burunlu Pinokyo!.. Peki ne anlatıyor bu resim size?..
Ben
şunu anladım; Köylü çocuğunun sopasında asılı lamba, içeridekileri
özgürleştirecek bir sihri bekliyor!.. Peki ya Pinokyo?.. O da
içeridekileri mahpus yapan koca yalanları!..
Silivri’nin duvarında “Ergenekon” senaryosunu bu kadar güzel anlatan bir tablo olamaz bence!..
Beton mezardaki ölümsüz!.
Balbay gazetecilerin gelişinden çok mutlu... “En iyi dayanışma
gazeteciler arasında” diyor. Silivri mahkemesinin, Ergenekon’la ilgili 4
kitap yazan Şamil Tayyar ve “Ergenekon krokisi saçma sapan” diyen eski
MİT Müsteşarı Şenkal Atasagün’u da dinlemesini istiyor. “Dört gözle
onları bekliyoruz” diyor.
Balbay ve arkadaşlarına 8 Şubat’ta
tutukluluğun devamına ilişkin karar tebliğ edilmiş!.. 18 Şubat’taki
duruşmada mütalaaya geçilebileceğini belirtirken şunları söylüyor:
“Beşinci
defa ‘bu kez tamam’ psikolojisi yaşıyorum. Ama yalnızca bizle değil
ailelerimizle de oynanıyor. Türkiye’de uzun tutukluluk sorun değil. Asıl
sorun uzun hukuksuzluk. Geriye bir tek ölmek üzere olan sanık vicdanı
kalıyor. Ancak unutulmasın ki, Menderes’i yargılayan yargıçlar;
Menderes’in terfi ettirdiği yargıçlar arasından seçildi. CHP İzmir
milletvekili olarak bunu başbakana anımsatmak isterim. Kendisine yargı
tarihinden bir kesit sunuyorum. Yargının dengeleriyle oynamak ateşle
oynamaktır.”
Peki; adı muhtemelen “Açık Görüş” olacak bir tiyatro
oyunu yazdığını da anlatan Balbay en çok neyi özlüyor?.. Yanıtı yürek
burkuyor:
“Birincisi kesinlikle ailem... İkincisi, ağaçların ve
toprağın olduğu bir yerde uzun uzun, duvarsız koşmak... Ben Ankara
Botanik Parkı’nda badem ağaçlarının yapraklarından su içmeyi de özledim.
Üçüncü özlemim dost sohbetleri... Ve dördüncüsü de bir salonda
konuşmak... 18 Şubat’taki duruşmada neyi bekliyorsunuz derseniz, ben
halkı buraya bekliyorum. Buradan nasıl çıkarılacağımı bilemiyorum. Ancak
nasıl çıkacağımı biliyorum; ya ölü, ya ölümsüz!..”
YARIN: Tuncay Özkan; “Türkiye’nin hukuk sorunu yok, siyaset sorunu var...”
Yorum Gönder