Silivri’nin arka yeri hasret - Mehmet Faraç

SİLİVRİ- Güneş henüz uçsuz bucaksız ovalar üzerinde nazlı nazlı geziniyorken, soğuğun baskısına boyun eğmeyen yeşillikler, gri ve puslu binaların çevresinde insana nefes aldırıyor...
Silivri Cezaevi’nin karşısındaki direniş çadırının nöbetçileri ise henüz uyanmış... Sabah mahmurluğuna isyan eden demliğin buharı da, tıpkı o güzel insanlar gibi loş çadıra can vermiş...
Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Turan Özlü, Hikmet Çiçek ve Deniz Yıldırım’ı ziyaret edecek gazeteciler işte o çadırın önünde toplandı... Az sonra organizasyonu yapan İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel’le birlikte cezaevine doğru yürüyoruz...
Silivri dediğiniz yer sıradan bir mahpushane değil... İçinde 11 cezaevi varmış!.. Neredeyse 10 binden fazla mahkum... Gri, kalın ve yüksek duvarlarla tel örgüler arasında köpekler de bekliyor... Yani mahpushane içinde mahpushane burası...
İkinci kontrol noktasına giriyoruz. Ayakkabılar, kemerler, metal eşyalar çıkartılıyor ve X Ray cihazından geçiyoruz. Sonra üçüncü kontrol noktası... Burada kimlikler alınıyor, bir odada üst araması yapılıyor ve en sonunda da “retina” yani göz taramasından geçiriliyoruz.
Tüm bunlar bir saat sürüyor. Ve izin yazısı da imzalandıktan sonra gazetecilerin bulunduğu 1 Nolu L Tipi Cezaevi’ne yöneliyoruz. Açıkça yazmak lazım; Silivri yerleşkesine girer girmez karşılaştığımız her görevli güler yüzle “hoş geldiniz” diyor... Gardiyanlar çok saygılı, tutuklu yakınlarına da sıcak davranıyorlar...
1 Nolu Cezaevi’nin kapısında da güler yüzle karşılanıyoruz. Artık gazetecilerle buluşabiliriz. Yüzümüzü döner bir kapının önündeki cihaza tutuyoruz ve göz taraması yapılınca otomatik kapı kendiliğinden açılıyor... İşte zindana giren özgürlüğün, nefes aldığı son yer burası!..
Soğuk duvardaki Pinokyo!.
Önümüzde yürüyen arkadaşlardan biri açık görüşün yapıldığı salona girer girmez biz arkada yürüyenler şu sesi duyuyoruz:
“Vayyyyyyy...”
Bir hasretin belki de masum bir isyana dönüştüğü bir çığlıktır bu ses... Karşımızda kahverengi kıyafetler içinde, çevresine neşe saçan Mustafa Balbay’ın sesi bu... Herkese öylesine coşkuyla sarılıyor ki, sanırsınız hasretin kitabı rüzgarda sayfalarını çeviriyor...
Tam 12 kişiyi tek tek sarıyor Balbay... Öyle mahpushane kokmuyor Balbay, düpedüz hasret kokuyor ki, hepimizin yüreğine vuruyor...
Saçları beyazlamış Balbay’ın... Biraz kilo vermiş, formu yerinde... Gülen yüzünün altında mahcup biçimde saklanan hüznünün tek nedeni ailesi ve çocukları... Bana dönerek “Senin o cumartesi öykülerin yok mu?.. Çok güzel” diyor.
O an masaya Balbay’ın ikramları geliyor. Çeşit çeşit bisküviler, meyve suyu, çay ve su... “Sofrayı ben açtım gerisi size kalmış. İçine su katınca beyazlanan her şey olabilir” diye espri yapıyor...
Balbay arkadaşlarıyla şakalaşırken görüşme odasının duvarında, atık pet şişelerle yapılmış çiçekler dikkatimi çekiyor. Hepsi bir isyanın mor gülleri gibi duvarlara çakılı kalmış!..
Yalnız onlar değil, bir mahkumun yaptığı üç yağlı boya resim de koca duvarları süslüyor... Biri tıpkı koridorların neredeyse tamamına da damgasını vuran denize hasreti anlatıyor. Üzerinde Boğaz Köprüsü olan bir deniz... Onun tam karşısında Atatürk’ü Kocatepe’de gösteren bir “Kurtuluş” Savaşı tablosu var...
Şimdi sıkı durun; asıl mesaj üçüncü tabloda... O daha da itinayla yapılmış. Sevimli bir köylü çocuğu yürüyor. Omzunda tuttuğu sopanın ucunda Alaattin’in Sihirli Lambası ve ucundan beliren cin... Tablonun ikinci kahramanı ise ağaca oturmuş halde; o sevimli çocuğu alaycı biçimde izleyen koca burunlu Pinokyo!.. Peki ne anlatıyor bu resim size?..
Ben şunu anladım; Köylü çocuğunun sopasında asılı lamba, içeridekileri özgürleştirecek bir sihri bekliyor!.. Peki ya Pinokyo?.. O da içeridekileri mahpus yapan koca yalanları!..
Silivri’nin duvarında “Ergenekon” senaryosunu bu kadar güzel anlatan bir tablo olamaz bence!..
Beton mezardaki ölümsüz!.
Balbay gazetecilerin gelişinden çok mutlu... “En iyi dayanışma gazeteciler arasında” diyor. Silivri mahkemesinin, Ergenekon’la ilgili 4 kitap yazan Şamil Tayyar ve “Ergenekon krokisi saçma sapan” diyen eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagün’u da dinlemesini istiyor. “Dört gözle onları bekliyoruz” diyor.
Balbay ve arkadaşlarına 8 Şubat’ta tutukluluğun devamına ilişkin karar tebliğ edilmiş!.. 18 Şubat’taki duruşmada mütalaaya geçilebileceğini belirtirken şunları söylüyor:
“Beşinci defa ‘bu kez tamam’ psikolojisi yaşıyorum. Ama yalnızca bizle değil ailelerimizle de oynanıyor. Türkiye’de uzun tutukluluk sorun değil. Asıl sorun uzun hukuksuzluk. Geriye bir tek ölmek üzere olan sanık vicdanı kalıyor. Ancak unutulmasın ki, Menderes’i yargılayan yargıçlar; Menderes’in terfi ettirdiği yargıçlar arasından seçildi. CHP İzmir milletvekili olarak bunu başbakana anımsatmak isterim. Kendisine yargı tarihinden bir kesit sunuyorum. Yargının dengeleriyle oynamak ateşle oynamaktır.”
Peki; adı muhtemelen “Açık Görüş” olacak bir tiyatro oyunu yazdığını da anlatan Balbay en çok neyi özlüyor?.. Yanıtı yürek burkuyor:
“Birincisi kesinlikle ailem... İkincisi, ağaçların ve toprağın olduğu bir yerde uzun uzun, duvarsız koşmak... Ben Ankara Botanik Parkı’nda badem ağaçlarının yapraklarından su içmeyi de özledim. Üçüncü özlemim dost sohbetleri... Ve dördüncüsü de bir salonda konuşmak... 18 Şubat’taki duruşmada neyi bekliyorsunuz derseniz, ben halkı buraya bekliyorum. Buradan nasıl çıkarılacağımı bilemiyorum. Ancak nasıl çıkacağımı biliyorum; ya ölü, ya ölümsüz!..”
YARIN: Tuncay Özkan; “Türkiye’nin hukuk sorunu yok, siyaset sorunu var...”

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget