Türkiye gerçeğinde uluslaşma sürecinin motoru olan milliyetçilik,
Cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından “Türkleştirme” olarak
anlaşılmış, anlaşıldığı gibi de uygulanmıştır. 19. yüzyılın sonlarından I. Dünya
Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılına kadar Kafkas ve Balkan topraklarından sürülen
Çerkez, Gürcü, Acar, Abhaz, Çeçen, Sırp/Boşnak, Arnavut gibi milyonlarca göçmen
Anadolu’da kendilerine yeni bir yurt bulmuşlardır. Farklı kökenlerden gelen,
fakat tümü Müslüman olan bu insanlar uluslaşma/Türkleştirme sürecine gönüllü
olarak katıldıklarından bir soruna yol açmamışlardır.
Türkiye’de yaşayan
Yahudiler, kendi istekleriyle Lozan Antlaşması çerçevesinde
“azınlık” olarak kabul edilme talebinde bulunmamışlar,
Ermeniler ve Rumlar ise yine aynı antlaşmanın öngördüğü azınlık statüsünün
koşullarını kabul etmişler, varlıklarını “azınlık” olarak
Lozan Antlaşması’nın koruyucu hükümleri çerçevesinde sürdürmüşlerdir.
Ne var
ki 1922’de iktidara gelen Mussolini ile birlikte İtalya’nın
faşistleşmesi, 1933’te de Hitler’le birlikte Almanya’da
nasyonal sosyalistlerin başa gelmesiyle Avrupa’da esmeye başlayan milliyetçi
rüzgârlardan Türkiye de etkilenmiştir.
1924 Anayasası’nın 88. maddesinin ilk
fıkrasında yer alan “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibariyle Türk denir” ve 1937 Anayasası’nın yine 88.
maddesinde yer alan, “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin
vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” hükümleri yer almıştır.
Fakat 1930’lu yıllarla birlikte Türkiye’deki Türk uyruklu gayrimüslimler
üzerinde çeşitli baskılar uygulanmaya başlamıştır. Yürürlükteki anayasalara göre
“Türk” kabul edilmeleri, bu yurttaşlarımızı devlet eliyle ya
da devletin göz yumduğu güçler tarafından uygulanan çeşitli baskılar karşısında
korumamıştır. Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi yurttaşlarımızın yasalar
karşısındaki eşitliği kâğıt üzerinde kalmıştır. Baskılar 1970’li yılların
ortalarına kadar sürmüştür.
Burada tartıştığımız konu,
“uluslaşma” ya da “bir ulus devletin
kurulması” değil, bu süreçlerde toplumun belli kesimlerine
“Türklük” adına uygulanmış baskılardır.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz, bir ucu ırkçılığa, faşizme açılan milliyetçi rüzgârlardan
Atatürk’ün yakın çevresinde yer alan ve karar verici
konumlarda bulunan Mahmut Esat Bozkurt, Recep
Peker, Şükrü Saraçoğlu gibi devlet adamlarının
etkilendikleri bir gerçektir.
Mahmut Esat Bozkurt ilk TBMM’ye milletvekili
olarak girmiş, ölümüne kadar (21.12.1943) her dönem milletvekili seçilmiş, 23
Kasım 1924 - 27 Eylül 1930 tarihleri arasında Adalet Bakanı olarak görev
yapmıştır. 19.9.1930 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan şu sözler
onundur: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz.
Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir! Dost ve düşman, hatta
dağlar, bu hakikati böyle bilsinler! Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en
iyisinden iyidir! Türk devletinin işlerini Türklerden başkalarına vermeyelim!
Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk
Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler
bulunacaktır!”
1930’larda filizlenen bu anlayış devlete bugün de
egemendir. Örneğin, gayrimüslim Türk vatandaşları üniversiteler ve hastaneler
dışında asker, sivil bürokraside istihdam edilmemektedir. TBMM’ye milletvekili
olarak girebilen bir gayrimüslim yurttaşımız aynı Meclis’te odacılık bile
yapamamaktadır.
Çarşamba günü devam edeceğiz.
Yorum Gönder