Bilmem dikkat ettiniz mi?
Bizim siyaset anlayışımızda herkes
“demokrat” olmasına çok iddialı biçimde demokrattır da; eleştiriye
tahammülü olamamak gibi ufak bir kusuru vardır. Hatta bu nedenledir ki,
birileri bir biçimde karşısındakini eleştiriye niyetlenecek olsa, sırf
tedbir olsun diye daha ağzını açarken:
“Aman yanlış anlaşılmasın, izninizle ben ‘yapıcı’ bir eleştiri yapacağım” gibi bir şeyler söyleme ihtiyacını duyar.
Oysa “eleştiri” denen eylem, nereden bakarsanız bakın bir fikir, bir
tavır ya da; örneğin bir siyaset biçiminin üzerine yapılan farklı
“değerlendirme”dir sadece.
Yani ne bir övgü ne de bir yergidir.
Siz o değerlendirmeye katılırsınız ya da katılmazsınız, eleştiride
ileri sürülen görüşler hoşunuza gider ya da gitmez; ama sonuçta sadece
bir “alternatif” bakış açısını yansıtır karşı tarafa.
Dolayısıyla, eleştirinin yapıcısı ya da yıkıcısı olamaz.
Ve de her zaman yarar sağlar.
Aksine; bir görüşün, bir kişinin sürekli övgüye boğulması kadar “olumsuz” bir durum olamaz.
Çünkü, doğası gereği sürekli övgü altında bırakılmak ve yanlışların
görmezden gelinmesi, dile getirilmemesi hata yapanın ikaz edilmemesi
hali, bile bile karşı tarafa yapılmış en büyük kötülüktür.
Siz
hiç tehlikeli biçimde araç kullandığını gördüğünüz birine sırf “yapıcı
olmak”, eleştiri yapmamak adına “aman ne de güzel araba kullanıyorsun”
diyebilir misiniz?
Böyle bir tavır, özünde yapıcılık mı olur yoksa
bir kötüye gidişe seyirci kalmak, arabayı devirecek olmasına ses
çıkarmamak, hatta hatta yol açmak mı sayılmalıdır?
*
Siyaset
aslında düşüncelerin en fazla karşı karşıya gelmesi, yapılan
eleştirilerden sonra doğrularla yanlışların birbirinden ayrılarak
topluma en doğru olanın sunulması gereken bir alan değil midir?
Siyasetin hiç eleştirilemediği rejimler; en nefret edilen, topluma en büyük zararları veren yönetimler değil midir?
Gerçekler, fikirlerin çatışmasından doğar anlamındaki “barika-i hakikat
müsademe-i efkardan doğar” sözünü atalarımız söylememiş midir?
Peki, eğer her eleştirisizlik bir yanlışlıksa; bu eleştirisizliğin ister
“Sıkı taraftarlıklarda” olduğu gibi sevgi ve tartışmasız biattan;
isterse diktatörlüklerde olduğu gibi baskı ve korkudan kaynaklanmasının
ne önemi vardır ki?
Sonunda her ikisinde de “doğrular ve yanlışlar tartışılamadığı için” yine aynı toplumsal sorunlar doğmakta değil midir?
*
Tuhaftır; siyasi partilerimizde her iki nedenle “eleştirisizlik “ sinmiştir üzerimize.
Korkulur:
“Aman eleştirirsek yanlış anlaşılır ve maazallah karşı ekipte olduğumuz düşünülür” denir ve eleştiriden kaçınılır.
Sevilir:
Bunda hiç tereddüt yoktur, ama bu kez de duyulan sevgiden, iyi niyetten
dolayı eleştirmekten kaçınılır. Hatta birileri eleştirdiğinde, bunun
iyi niyet ve gereklilikten değil, sırf karşıtlık olsun diye yapıldığı
vehmine kapılınır.
Böylece, eleştiri olmayan yerde fikirlerin bir
doğruluk ve uygunluk testinden geçme, yani doğru ile yanlışın ortaya
çıkma, çıkarılma şansı kaybedilmiş olur.
*
Peki, o zaman siyasette samimiyet ve doğruluk arayışında olanlar ne yapmalıdırlar sizce?
Yanlış da olsa her şeye “fevkalade isabetlidir” deyip kuvvetli bir taraftar görülmek mi?
Yoksa bütün bu demokrasi eksikliğine rağmen “iç muhalif” sayılmayı göze alıp açıkça eleştiride bulunmak mı?
Galiba, bizim siyasal partilerimizdeki en büyük sıkıntılardan biri işte
bu iki farklı tavrın her ikisinin de bir arada görülmesi ve sonuçta,
eleştiriyi göze alanların “iç-muhalif” sayılıp onlarla araya mesafe
konmasından. Diğer taraftan, her şeyi alkışlayanların, düzeltilmesi
gereken açık yanlışları bile her koşulda göz ardı etmelerinden dolayı
siyasi hayatımızda bir ala-turka’lık yaşanmakta, çok yararlı olabileceği
halde “eleştiri”nin nimetlerinden yararlanılamamaktadır.
Bu yazının satır aralarında bile çok şeyler aranır mı bilemiyorum.
Ama gelin işi tatlıya bağlayalım; biz yazımızın gerçekten ve sadece bir
eleştiri yazısı olarak kaleme aldığımızı bilsek bile, “her ihtimale
karşı” yine de bunun “yapıcı” olduğu söylemeye ve bir öneriyle
göstermeye çalışalım.
Diyelim ki “eleştiri” her durumda pek kolay göze alınabilecek bir şey değil.
Ama içiniz içinize sığmıyor, söylemeniz de gerekiyor bir biçimde…
Herkesle çok kötü olmadan bir şeyler yapmak lazım…
Ne yapılabilir söyleyebilir misiniz?
Önerim şu;
Sakın aynı parti içinde eleştiride bulunmayın.
Gidin karşı partiye, oradan bu tarafa doğru istediğiniz her şeyi söyleyin; kimse bir şey demez, eleştirmek muhalefet etmek ya!
Muhalifseniz yapmanızdan doğal ne var? Üstelik çekip gitmişsiniz ve sizden kurtulmanın sevincini de yaşatıyorsunuz birilerine.
Söylediniz, yanlışları bir bir sıraladınız; peki içiniz rahatladı mı?
Rahatlamış olmalı.
Çünkü karşı tarafa açık vermemek için mutlaka o sizin söylediklerinize dikkat edilecek, yanlışlardan dönülecektir.
Şimdi maksadınıza ulaştınızsa, dönün tekrar eski saflarınıza.
Bizde karşıdan transferler her zaman makbuldür. Herkes sizi kucaklayacaktır yeniden.
Farkındaysanız, aynı siyasetten olsa bile eleştirenler sevilmez ama
karşı siyasetten çıkar gelirseniz kimse sizin önceden ne dediğinizle,
neye hizmet ettiğinizle ilgilenmez bile.
Bu durum biraz “mekik diplomasisi”ni andırıyor değil mi?
Bana başka bir şeyi daha hatırlattı; bir Bektaşi fıkrasını…
Onu da anlatıp işi şimdilik şakaya bağlayalım.
Bektaşi bir ramazan günü arkadaşıyla içki içerken basılmış, zaptiyeler bunları kaptıkları gibi çıkarmışlar kadının huzuruna.
Kadı, “Bre zındık demiş, sen nasıl olur ki, herkesin oruçlu olduğu bir
zamanda sakalından bile utanmadan böyle içki içmeye cür’et edersin?
Bektaşi yutkunmuş; “Aman kadı efendi demiş ben gayrı müslim bir adamım,
bizde böyle bir yasak da yoktur orucun farzı da. O zaman neden oruç
tutayım, neden utanayım!
Kadı şaşırır, diyecek bir şey bulamaz, “peki salın bu adamı” der.
Sonra döner süt dökmüş kedi gibi duran öteki kişiye basar cezayı…
Adamcağız olanlardan şaşkın, başına gelenlerden perişan bakınırken Bektaşi bu sefer döner Kadıya;
Ey kadı efendi der, peki şimdi ben bu mübarek ramazan gününde hidayete
erip Müslüman olsam, şu arkadaşımın cezasını affeder misin?
Kadı iyicene şaşırmıştır.
Reddetse günaha gireceğinden endişeli, kabul ederse göz göre göre
içkici adamı salacak; ama bu gün bir adamı dine kazandırmanın sevabı her
halde daha büyük olmalı diye düşünür ve cezasını affedip onu da salar.
Mahkemeden çıkarlar, kapı önünde adam sorar bektaşi’ye; yahu baba
erenler der, pes vallahi sende iman falan yok, bir öyle bir böyle
maşallah!…
Bektaşi, “sus” der, bu gün gayrımüslim oldum kendimi kurtardım, müslüman oldum seni kurtardım daha ne istiyorsun?
Ne dersiniz?
Bu kıssadan bir hisse çıkar mı ?
Bülent Soylan
Yorum Gönder