Sevgili okuyucular, ülkenin sayısal parametrelerle okunan bir analizini toplumsal olguların niteliksel varlığını anlamak için kullanamazsak bataktan çıkamayız. Söylenen, yazılan ve okunanların doğru olup olmadığını sayısal analizlere dayandıkları zaman daha iyi anlıyoruz. Bu, pazara giden adamın cebindeki parayı bilmesi kadar önemlidir. Bu bir cahil megalomanisidir. Köyden kente akıp gelmiş, kente daha ısınamamış insanlara yapışan bir yeni hastalık gibi.
Türkiye’nin geçmişinde nereden nereye geldiğimizi kendi yaşamım üzerinden gözden geçirdim. Bazı sayısal ve niteliksel gözlemler bana bugünün dengesizliğini daha iyi anlatıyor gibi geldi. Sayının yaşamın, matematiğin de uygarlığın olmazsa olmaz bileşenleri olduğuna inanıyorum.
Yurtdışına üniversite bitene kadar çıkmadığım için 1954’e kadar köylerden, yurtiçinden, Ankara ve İstanbul’a, nüfus, kent, gelir, ev kirası, gıda fiyatları üzerinde bilgilerim var. Memurların, işçilerin, köylülerin, ustaların, mühendislerin, subayların kaç para aylıkla yaşadığını biliyorum. İnsanlar ve gelenekler, okullar, öğretmenler, halk, küçük kentler, başörtüsü, çarşaf konularında da doğrudan yaşam bilgilerim var. Bugün bunlar, Cumhuriyetin başından bu yana ilginç bir değişme süreci anlatıyorlar. Bunu benden daha iyi anlatacak pek çok insan olduğunu da biliyorum.
1932-33’de İstanbul Cerrahpaşa’da Davutpaşa İlkokulunun birinci sınıfına gittim. Cerrahpaşa, Davutpaşa mahalleleri eskimiş, bakımsız kent köşeleriydi. En önemli öğeler Cerrahpaşa ve Davutpaşa camileri ve Cerrahpaşa Hastanesiydi. O sırada otomobil falan yoktu. Anneannem ve büyük teyzem çarşaflı, annemin ablası başörtülü, annem, kız kardeşi, büyük amcamın kızı başı açık idiler.
1933-34’de Beşiktaş Akaretler’de ikinci sınıfa gittim. Ihlamur’la Yıldız’da Harp Akademisi arası bir parktı. Kadın öğretmenlerin ve kız çocukların başı açıktı.
34 -35’de Elaziz’e gittik. Kentin nüfusu 10.000 civarında idi. Bölge Şeyh Sait isyanının etkilerinin daha unutulmadığı bir dönemi yaşıyordu. Memurların eşlerinin başları açıktı. Başörtülü, çarşaflı halk normaldi.
EV KİRASI 8 LİRA
1935-37’de Eğirdir’de okudum. Öğrencilerin başı açıktı. Memurların eşlerinin başları açıktı. Kasabanın kadınları başörtülü idi. Oturduğumuz Yazla Köyü’nde Dağ Talimgâhı kumandanının evinin aylık kirası 8 lira, bir büyük Isparta halısı 100 lira, Barla nahiyesinden gelen bir eşek yükü kavun – karpuz 80 kuruş, bir okka üzüm 3 kuruştu. Eğirdir’in biri Kale içinde, biri Kale dışında, iki mahallesi vardı. Gölde Çapak denilen bir balıkla, Siroz denen ve yumurtasıyla birlikte yakalanan büyük balıkları hatırlıyorum. Göldeki adalardan biri büyüğünde bir Rum mahallesi vardı ve sessiz sinemayı halka askerler ilk kez seyrettirdiler.
1937-38’de Denizli’de orta mektebin 1. sınıfında okudum. Kentin nüfusu 15.000 civarında idi. Kadın hocaların, memur eşlerinin, kız öğrencilerin başları açıktı. Yerli kadınların başörtüleri vardı. Çarşaf anımsamıyorum. Uzak yerlere, örneğin İncili Pınar denen havuzlu bahçeye, piyade ve topçu alaylarının kışlalarına paytonla (fayton) gidilirdi. Evler bahçe içinde, en çok iki katlı idi. Bahçeler birbirlerinden yüksek duvarlarla ayrılmışlardı. Sokaklarda açık su kanalları vardı. Kentin büyük, ve o zaman Anadolu’da ünlü olan bir lisesi vardı. Bana matematiği sevdiren, gencecik bir kadın öğretmendi. Kente futbol yeni gelmişti.
1938-1943 yılları arasında Ankara’da Samanpazarı’nın altında, Hergele Meydanı’nda, galiba E. Egli’nin tasarladığı modern Gazi Lisesi’nde okudum. Ankara’da iki erkek bir kız lisesi vardı. Yenişehir’de Yüksel caddesinde oturuyorduk. Bahçe içinde tek katlı bir evdi, kirası 65 TL. idi. Babam albaydı, maaşı 240 lira idi.
1943-49’da İstanbul’da Yüksek Mühendis Mektebi ve sonra Teknik Üniversite’de yatılı okurken, ailem ayda 30 lira harçlık gönderirdi. Tramvay 3 ve 5 kuruştu. 1949’da üniversite mezunu olduğum sırada İstanbul nüfusu 800.000 idi. Yüksek mühendis maaşı 175 liraydı. Asistan olarak tezimi bitirdiğim zaman maaşım 280 lira oldu. Ev kirası Anadoluhisarı’nda 100 lira idi. 1965’de profesör olduğum zaman Anadoluhisarı’nda bir yalı kirası 500 lira idi. Boğazın üst kesiminin nüfusu 50 000 idi. Bunlara biriki sayı daha eklenebilir. Doğduğum zaman Türkiye’nin nüfusu 10 milyon civarında imiş. 1933’de 15 milyondu. 1949’da üniversiteyi bitirdiğim zaman belki 20 milyon olmuştu.
1923’de nüfusun %90’ı köyde yaşıyordu. Bu sayılar ilk Cumhuriyet idaresi yerini Demokrat Parti’ye bıraktığı zaman Türkiye’nin ne kadar küçük bir ülke olduğunu anlatır. Savaşlar dönemini savaşa girmeden atlatmış nadir ülkelerden biri idi.
Bugün uluslararası istatistiklerde, gelişmişlik ve öğretim performansı gibi alanlarda utandırıcı düzeylerde bulunuyoruz. Türk insanı Japon insanının 250’de biri kadar kitap okuduğu için ülke ‘ha babam’ yöntemi ile idare ediliyor.
Ankara’nın Ulus’dan Kavaklıdere’ye ve Cebeci’den Maltepe’ye giden iki caddesi ve bir de Ulus’dan İstasyon’a giden üç önemli caddesi vardı. Dışkapı’dan Ulus Meydanı’na gelen büyük caddede İstasyon Caddesi kavşağında Büyük Millet Meclisi, meydanda büyük heykel, sonra Kavaklıdere’ye uzanan tek caddede Sümerbank Binası, Merkez Bankası, Maarif Vekaleti ve biriki banka, Bonatz tarafından operaya çevrilen Şevki Balmumcu’nun sergi evi, Belediyeler Bankası, Radyo Evi, Kız Enstitüsü, Sağlık Bakanlığı, Orduevi, Kızılay, İç İşleri ve Bayındırlık Bakanlığı, arkada Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı vardı. Sonra sefaretler geliyordu.
Ankara’da sadece otobüs işlerdi. Sinema 25 kuruş, okul harçlığım 15 kuruştu. Liseyi bitirdiğimde kentin nüfusu 150200.000 arasında idi.
ÇAĞDAŞ DÜNYAYI ÖĞRENMEYEN TOPLUM
Batmış imparatorluk hayalleriyle yaşayan, fakat İslamı, Osmanlıyı, Cumhuriyeti ve çağdaş dünyayı öğrenmeyen bir toplum var. İş adamları, politikacılar ve kentleşmeyen bir halk, Batının yönetiminde gelişmiş bir düşünce manipülasyo nu ile, tüketici bir sömürge ekonomisin kurbanı. Batılı jargonda boğulmuş, kendi söylemi ile zehirlenen, bilmem kaçıncı Cumhuriyetçi, Osmanlıcı, Türkçü, dinci ne idüğü belirsiz şamata söylemcilerinin yarattığı düşüncesiz, müsrif kalabalıklar oluşmuş.
Çoğunluğu İstanbul’da yaşayan, tek amaçları para kazanmak olan yoz ve amaçsız bir kentlileşememiş toplum var. Bu halk bu iktidarla örtüşüyor. Fakat sistemin celladı da yine bu halk olacak! Televizyonlarda, vitrinlerde gördüklerini alamadıkları zaman, televizyonlu başörtülüler, AVM seyircileri, şişirilmiş istekleri yerine gelmediği, kendilerini yolda bırakılmış olarak algıladıkları zaman, kendi iktidarlarının celladı olacaklar.
Dünyada iki temel insan grubu var, çağdaşlar ve şaşkınlar. Eskimiş Avrupa politik jargonunu kullanan bilmem neci medya Türkiye’nin gerçeklerini aydınlatmıyor. Halkı şaşkına çeviriyor. Şaşkınlık kaynağı ise teknolojide ileri olan kapitalist ülkelerin, bu açgözlülerin önüne sürdüğü yalancı bir gelecek cennet imgesi.
Sevgili okuyucular,
Değişik bir sömürgecilik aşamasına geldik. Dünyada tek bir evrensellik var: Bilim ve teknolojinin tanımladığı ve herkesin ona ayak uydurmaya çalıştığı yeni bir dünya imgesi. Müslümanlar bunu hâlâ Hıristiyanların yarattığı bir dünya ve bir antagonizma olarak gördükleri için sürünüyorlar. Bilim ve teknoloji öğreneceklerine, Batının müşterisi olarak yaşıyorlar. Geleceklerini Batılı kapitalistlerin kumar masalarındaki oyunlarına bağlamışlar. Kuşkusuz ‘ha babam’cılık ve garip bir mirasyedicilik (Bu hangi miras ise!) boş bir çabadır.
Ama acı çeken ve çekecek halka ne olacak?
Doğan Kuban/Bilim Teknoloji/Cumhuriyet
Yorum Gönder