Yazımın başlığını Fransa’nın ve dünyanın en büyük ressamlarından
Eugène Delacroix’nın (Delakrua) ünlü tablosundan aldım…
“Halkı Yönlendiren Özgürlük” adıyla da bilinen unutulmaz tabloda, göğsü
çıplak, elinde bir bayrak tutan özgürlük simgesi genç kadını; barikatların
üstündeki cesetleri, arkadan gelen büyük, öfkeli kalabalığı
anımsarsınız…
Peter Weiss büyük
yapıtı “Direnmenin Estetiği”nde bu tablodan, özellikle de genç kadının
sağındaki, tüfekli, silindir şapkalı, azıcık şaşkın genç adamın içerdiği
simgesel anlamdan uzunca söz eder…
Delacroix’ya bu olağanüstü tabloyu (içinde yaşayıp tanığı olduğu) Haziran 1830
devrim olaylarının esinlediği biliniyor.
8 Nisan’da Silivri’de görüp
yaşadıklarım, o unutulamayacak günün olayları, özellikle de yerle bir edilmiş,
yıkılıp çiğnenmiş barikatlar ve çevresindeki muazzam kitle, bana
Delacroix’nın tablosundaki
renkleri, görüntüleri, kargaşayı, ama bütün bunların içinden fışkıran yepyeni
bir yaşamı, canlılığı, disiplini, omuzdaşlığı, devrimin canlandırıcı soluğunu
duyumsattı…
***
Kuşatılmış, jandarma timlerince kesilmiş yolları
gazeteci kimliklerimize rağmen güçlükle aşarak ulaşabildiğimiz duruşma
salonunda, sözüm ona duruşmanın başlaması için öğle saatlerine kadar beklememiz
gerekti.
Buraya duruşma değil infaz salonu demek daha doğru
olur.
Gözetleme salonu da diyebilirsiniz.
Çünkü tavandan sarkan mekanik gözler ve kulaklar,
izleyicinin her kıpırtısını ve sözünü kayda geçiriyor…
Önceki duruşmalarda, basın mensuplarının ve
izleyici CHP milletvekillerinin birlikte oturduğu bölmenin önünde bu kez
jandarma saf tutmuş, kuş uçurtmuyordu.
Neden?
Herhalde davanın asıl savcısı böyle
istediğinden.
Sandalye önlerinde masalar da olduğu için not alma
kolaylığı bulunan bu oturma alanı hemen ilerimizde bomboş durmaktayken,
yargılamanın yapıldığı alandan da daha da uzağa atılmış olarak sıkış tıkış
oturmaya zorlanmak, kuşkusuz ki bir aşağılanmaydı, kabul edilemezdi ve nitekim
öyle de oldu…
Neden sonra gelen mahkeme heyetinin silik
görüntüsünden, başkan konumundaki kişinin sağır, kör ve duygusuz bir duvar gibi
her itiraza inatla karşı koyuşundan söz etmeye değmez…
Büyük ve bilinçli bir avukat topluluğunun, aynı
ölçüde bilinçli bir izleyici kitlesinin, yay gibi gerilmiş yurtsever
milletvekillerinin ve uğradıkları zulme karşın pırıl pırıl ışıldayan “sanık”ların
karşısındaki bir kürsüde oturmakta olan bu topluluk kimi, neyi, hangi adaleti
temsil ediyor?
Derken, dışarıda kıyametin koptuğu haberleriyle
birlikte biber gazı esintileri duruşma salonunun içine kadar sızdı ve sonuçta da
bu sözüm ona duruşma bir kez daha ertelendi…
***
“Barikatlarda Özgürlük” tablosuna dönüyorum…
O infaz ve gözetleme salonundan çıktıktan sonra,
biber gazı dumanlarının dağılıp gittiği, güneşin arada bir aydınlattığı, kıştan
kalma, çivi gibi Trakya havasında, yıkılmış barikatlara basarak, çamurlara bata
çıka, iğreti bir merdivene tırmanarak konuşma yapacağım arabanın üzerine
çıktığımda, karşımdaki bayrak bayrak, renk renk, umutlu, coşkulu muazzam kitle,
gerçekten de ancak büyük bir tablonun, romanın, destanın konusu
olabilirdi…
Rüzgâr, yere serecek kadar sert
esiyordu...
Karşımdaki kitle, kadınlı erkekli her yaştan
insanlar, sanki az önce basınçlı suyla yerlere savrulmamış, biber gazı denilen
laneti solumamışçasına, cesur, yürekli, omuz omuza, ışıl ışıl bir şölen
kalabalığı gibi dalgalanıyordu…
Barikatların yıkılıp geçileceğini, zulmün sonsuza
kadar egemen olamayacağını görmüşlerdi…
O gün Silivri’de, yaşamla ölüm arasındaki gibi bir karşıtlığa tanık
oldum…
Bir yanda ölümün silik, korkak, zalim, karanlık;
askeriyle, polisiyle, yargılamacısıyla, canlı organizmadan çok robota, kurulmuş
makineye, gerçek dışı yaratıklara benzeyen güçleri…
Öte yanda barikatları yerle bir ederek özgür bir
yaşama, mutluluğa, adalete, daha çok ve daha büyük insan olmaya doğru yürüyen
büyük kitleler…
Hiçbir güç bu yürüyüşü durduramaz…
Yorum Gönder