Başbakan Erdoğan yaptığı son konuşmalardan birinde neredeyse 5 yıldır sürmesine
ve milletvekili seçilen tutuklular başta olmak üzere siyasi tutukluların
“binlerce kez” hakim karşısına çıkıp ifade vermelerine rağmen bir türlü kesin
suç delilleri ortaya konamayan “Ergenekon Davası”ndan, çok çocuk yapılması
gerektiğinden ve içkiye yasakgelmesinin ilk adımından söz etmiş.
Halkın oylarıyla seçildiği söylenen hapisteki
milletvekillerinin “seçilip de içeri girmediklerini, seçim yapıldığında zaten
içerde olduklarını” söylemiş. Tarafsız gözle ve hakkaniyetle değerlendirme
yapılacaksa hukuk “şahıslara göre” değerlendirilemez. Bunu söylediğiniz anda
“seçim yapıldığında hakkında suç dosyası olan” insanların milletvekili
seçildikten sonra dokunulmazlıkları nedeniyle rafa kalkandosyalarına da bakmak
gerekir.
867 dokunulmazlık
dosyası!
Şu anda TBMM’de tam “67 ayrı suçtan 867
dokunulmazlık dosyası” var bekleyen.. Bakanlık ve hatta daha üst görevlerde
bulunanların “resmi ve özel evrakta sahtecilik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik,
ihaleye fesat karıştırma, zimmet, kalpazanlık, sahte belge, panik yaratacak
şekilde ateş etme, yargı görevi yapanı etkileme, seçim veya imar kanununa
muhalefet” ve daha birçok suçtan dosyaları olduğu görülüyor. 4-5 yıldır
cezaevinde “özel yetkililer hala suç delili araştırdığı için” hapis tutulan
dünya çapında cerrahlar, profesörler, milletvekilleri, gazetecilerin bu şekilde
dosyaları var mı?
Zenginler ve çok
çocuk..
“Hükümete karşı suç işledikleri”
iddiasıyla onlar 5 yıl tutuklu olarak duruşma bekletiliyorsa, örneğin 3 erkten
biri olan “yargı”ya karşı suç işleyen milletvekilleri neden dışarıda? TBMM’de
bekleyen dosyaların sahiplerinin hepsi bu suçları “seçildikten sonra” mı
işlediler, yoksa çoğu “seçildiği için” mi yargıdan kaçabildi? Doğrusu bu cevabın
da verilmesi gerekir değil mi?
Başbakan “zengin, para
sıkıntısı çekmeyen” vatandaşları kastederek “Biz nüfus artsın istiyoruz, para
var, neden çocuk yapmıyorlar” diye sormuş. Bunun cevabı da “demokrasi nedeniyle”
olmalı.. Aklı ve eğitimi olan herkes, parası olsa da olmasa da “kaç çocuk
istiyorsa, kaç çocuğa zaman ayırıp iyi eğiteceğini ve koruyacağını düşünüyorsa”
o kadar çocuk yapar. Hükümetler kaç tane istiyorsa o kadar değil.. Bu soru
herhalde dünyada ilk kez bir başbakan tarafından sorulmaktadır. Dünkü haberdi;
“CIA Türkiye’nin nüfusunun kendi verilerine göre 80 milyona yakın olduğunu”
açıklamış. Türkiye’nin istatistik kurumu TÜİK itiraz etmiş; “5 milyon fazla
söylüyorlar” diye.. Ülkenin nüfusu hızla 100 milyona yaklaşırken, naylon
barakalarda yaşayan insanlar, kıyafetiayakkabısı olmadığı içinokula gidemeyen
çocuklar varken, cinayetten çocuk tecavüzüne hiçbir suç önlenemez iken,
işsizliğin azalması için sorumluluk iş adamlarına devredilirken, asgari ücretli
iş çağrılarına binlerce kişi koşarken Başbakan’ın zengininden yoksuluna her
aileye “çok çocuk” taleplerini sürdürmesi nasıl yorumlanabilir acaba?
Üniversite olayları içkiden mi?
Aynı konuşmada dikkati çeken bir “içki vurgusu” da var..
“Alkolle Mücadele Yasası”ndan söz ederken “üniversiteye gelen genç kafayı bulup
geliyor. Kafa kıyak, eline bilgisayar alacağına döner bıçağı alıp arkadaşına
saldırıyor” dedi Başbakan. Hiç mi hiç akla gelmeyen bir örnek bu.. Üniversite
okuyan herkes bilir ki zaman zaman karşıt görüşlü grupla arasında çatışmalar
çıkıyor (tabii Dicle Üniversitesi’nde PKK ve Hizbullah taraftarları arasındaki
gibi olanlar bunun dışında.). Ellere döner bıçağı alarak saldırma da yeni bir
olay değil.. Çoğu şiddete pek meraklı, TV’deki aile dizilerinde bile kavgadan,
silahtan, saldırıdan başka bir şey görmeyenbu millet yalnızca üniversitede
bıçaklı saldırı değil aile içinde “elinde bıçakla kadınları doğrayan kocalar”ı
izliyor her gün..
Siyasetçilerinin gazetecilere
“çapulcu, köpek” benzeri sözel şiddet içeren konuşmalarını duyuyor. Şiddet
şiddeti getirir, balık baştan kokar. Hele de “gerçek suçlular” cezasız
kalıyorsa.. İçkiye yasak gelecekse nasılsa gelecek, yakında restoranlarda
içkileri de sigara gibi kapılarda içecektir insanlar.. Ama üniversite olaylarını
“kafaları iyi olduğu için” şeklinde yansıtmanın da geçerli bir örnek olmadığı
kesindir!
Kadın eli sıkmayan
akil!
Doğu Anadolu akillerinden Abdurrahman
Dilipakkadın eli sıkmaz. Onunla birkaç kez aynı TV programlarına katıldığımız
için biliyorum, her seferinde unutarak elimi uzatır ve öylece elim havada
kalakalırdım. Demek ki dini anlayışına göre “erkeğin kadın eli sıkması” ve tabii
aksi olan “kadının erkek eli sıkması” da dindarlık dışı bir davranış oluyor.
Yani kadınların “başını örtmesi” de örneğin, onları “yeteri kadar dindar”
yapmıyor. Bu anlayışına göre devletimizin en tepesinde olan Cumhurbaşkanı’nın
veya Başbakan’ın eşlerinin “el sıkması”da Dilipak’a göre din dışı olmalı..
Nefret söylemi
Öcalan’ı “büyük önder Atatürk’le bile karşılaştırmaya kalkan” akil
çıkmıştı, bu akil de onu Türkiye’nin 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’le
karşılaştırmış. “Öcalan’ın söylemlerindeki İslami referansları neye
bağlıyorsunuz” sorusuna “Apo dini çevrelere mesaj veriyor, bence Çoban Sülü’den,
Nurlu Süleyman’dan daha sahici bir dil kullanıyor” dediği cümlenin tamamını
yazmıyorum. Ama eğer başkalarına “nefret söylemi” diye bir suçlama
yapılabiliyorsa onun söyledikleri bu söylemin ta kendisidir.
Terörist yüceltilirken..
Aynı konuşmada; din gibi bir konuda Demirel’in konuşmalarını,
görüşlerini değerlendirme hakkını (dinine bir baksın bu hakkı var mı) kendinde
görürken diğer tarafta Öcalan’ın “Zerdüştlük, ateistlik iddialarına karşı dini
değerlere saygılı olduğunu göstermeye çalıştığını” söylüyor.
Hakkında “ateist” iddiası olduğunu söylediği Öcalan’ı sempatik,
Demirel’i antipatikgöstermeye çalışıyor, akilliği bu.. Daha kısacık süre önce
Başbakan “BDP eğer terör örgütünün peşinden ayrılmazsa onlarla da
görüşmeyiz”dememiş miydi? Kendi seçtiği akillerin, hem de Atatürk’e ve ülkenin
9’uncu Cumhurbaşkanı’na zarar verirken “terör örgütünün başı”nı bu kadar
yüceltiyor olmalarına ne diyecek merak konusudur. Zıvanadan çıktı bu iş,
konuşmasınlar bari!
Yorum Gönder