Sabahattin Eyüboğlu’nun sözüyle: “... Köy Enstitüleri
ortanın solunda bir eylemdi. Onları yıkanlar da elbet ortanın
sağındaydılar… Dışardan yıkanlar, bilerek bilmeyerek paranın
uşaklarıydı. İçerden yıkanlar, bilerek bilmeyerek, paranın uşaklarının
uşakları oldular.”
1935’te yurttaşların yüzde elliden fazlasını
barındıran 400 ve daha aşağı nüfuslu köylere öğretmen yetiştirmek
amacıyla, 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri açıldı.
Bu okullara yetenekli köy gençleri alındı. Birer işletme gibi örgütlenen
o okullar kısa sürede kırsal aydınlanmanın, üretici yapılanmanın,
çağdaş kalkınmanın kurumları oldular. Öğrenciler, aldıkları üretici
eğitimle, “Tercüme Bürosu”nun “beyaz kitap”larıyla çifte kavrularak
inandığını yapan, tuttuğunu koparan öğretmenlere, aydınlara, şair ve
yazarlara dönüştüler. Haksızlığa karşı direndiler, ama olumsuz
değişimlerden paylarını da aldılar.
Çöken Osmanlı Devleti’nden
Cumhuriyete kalan ekonomi tarıma dayalı, üretim yetersiz, araç ve
yöntemler çağdışıydı. Nüfus on milyon dolayında, halk cahil, eski yazıyı
okuyabilen yüzde 7-8, yazabilen yüzde 1 kadar; kadınlarda ise binde bir
bile değildi. Osmanlı seçim kanununda yalnızca “erkek seçmen” adı
geçiyordu. Yapılacak ilk nüfus sayımında “kadınların da sayılması”nı
öneren Tunalı Hilmi’ye kimi vekiller saldırıp TBMM kürsüsünden
indirmişlerdi. Bulaşıcı hastalıklar her yerde kol gezmekteydi. Eğitimli
çağdaş aydın yok denecek kadar azdı.
Köylüyü aydınlatacak arayışlar
Eğitimi
örgütleyen ilk bakan Mustafa Necati (21 Aralık 1925 - 1 Ocak 1929)
oldu. “Okullar, Halk Dersaneleri, Millet Mektepleri” açarak üretimi
etkileyecek belli bir gelişme sağladı. O dönemde işe-dayalı
eğitim-öğretim üzerine yapılanma, araştırma-uygulamalarla, İsmail Hakkı
Tonguç’un 1926 yılında bakanlık okul müzesi müdürü olarak atanmasına
bakılırsa, çıkış yolunun daha o dönemde belirlendiği anlaşılır. Mustafa
Necati her yıl 3000 öğretmen yetiştirmeyi istemekteydi. Ancak tam
uygulamaya geçileceği sırada, 1 Ocak 1929 günü bakan Mustafa Necati
ansızın apandisitten yaşamını yitirdi. Yedi yıl gecikmeden sonra köylüyü
aydınlatacak tarımsal üretimi artıracak arayışlar 1935’te yeniden
başladı. Yükseköğrenim için yurtdışına gönderilen gençler de artık yurda
dönmekteydiler. Nüfusu 400’ün üzerindeki yerler için 11.500 öğretmene
gerek vardı; nüfusu 400’ün altında 32.000 köy ise okulsuz ve
öğretmensizdi. Atatürk, “Eğitimde bağımsız bir yolda yürüme” buyruğunu
verdi.
Sorunun çözümü İsmail Hakkı Tonguç ile arkadaşlarına
bırakıldı. Uygulama 1936 yılında 6 aylık “eğitmen kursları”yla başladı.
Adaylar, askerlik hizmetini onbaşı ve çavuş olarak yapmış, köyde yaşayan
gençler arasından seçildi. Onlar askerde gerçek uygulama etkinliğiyle
öğrenme sürecinden geçmiş gençlerdi. O bakımdan eğitmen uygulaması
bütünüyle özgündü. O kurslara 1937 yılında 5 yıllık köy öğretmen
okulları eklendi. Denemelerle olgunlaşıp seçkinleşen Eskişehir-Çifteler
örneği, Hasan Âli Yücel bakanlığında Köy Enstitülerine dönüştürüldü.
Her
köye okul yapılmalı, öğretmen atanmalıydı, ama onu karşılayacak ne
kaynak vardı ne de yetişmiş öğretmen. Onun için, çok kısıtlı bir bütçe
ile, Köy Enstitüsü öğrencileri uzmanlık gerektiren işler dışında kendi
dersliklerini, yatakhanelerini, işliklerini kendileri kurdu. Günlük
yaşamı sürdüren işleri sırayla kendileri yaptılar. Giysilerini,
besinlerini, öteki gereksinimlerini olabildiğince kendileri ürettiler.
Kısacası, öğrenme işlemi gerçek üretim süreçlerine bağlandı. Dersleri iş
başında, iş aracılığıyla öğreniyor, becerileri gerçek uygulama ile
ediniyorlardı. Çünkü köylerde görev yaparken yalnızca öğrencileri değil,
halkı da eğitecek; kendilerine sağlanan araçlarla, verilecek tarla ve
bahçelerinde uygulama yaparak öğrenciler ile yetişkin köylülere tarımda
verim artırıcı yeni yollar gösterecek, sorunlar birlikte çözülecekti.
Köy çocuklarının çok çalışkan ve dayanıklı oldukları görülünce,
eğitim-öğretim süresi altı yıldan beş yıla indirildi. Ancak gerçek
uygulama 1946 yılı sonuna kadar altı yıl sürebildi.
Kirby’ye göre, o
dönemde ziraat okullarından hiçbirinin ziraat öğretmeni yetiştirecek bir
hazırlığı yoktu. Yükseköğretim kurumlarının hiçbiri eğitim, uzmanlık
konuları ve derslerle ilgili olmadığı gibi, Köy Enstitülerine egemen
olan coşkudan habersizdiler. Üzülerek söylemek gerekir ki, Köy
Enstitüleri hareketine karşı aldığı tutumda basının, özgür sayılmaya hak
kazandığını gösterecek belgeler bulmak da zordu. Üstelik, sağlam bir
eğitimin ancak sağlam bir ekonomi üzerine kurulabileceği gerçeğini
zamanın Türk iktisatçıları gözden kaçırmışlardı.
Türk eğitim devrimi sona eriyor
1942
yılında açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 1947’de kapatılıp 21 Köy
Enstitüsü ile ilgili yasa ve yönetmelikler yıldırım hızıyla
değiştirilerek bu Türk eğitim devrimi sona erdirildi.
Köy
Enstitülerinin neden kapatıldığını soranlara İnönü: “Olaylar öyle
gelişti ki, …artık Köy Enstitülerini eski ruhuyla sürdürmek benim
elimden çıktı” diye yakınır; “Hukuk fakültesini bitirmişlerden öyle
rapor almışımdır ki, bana eğer Türk köylüsünün tümüne okuyup yazma
öğretilirse, ordunun başlıca özelliği olan kahramanlığının zayıflayacağı
sakıncası bile yazılmıştır” bilgisini eklemeden de edemez. Sabahattin
Eyüboğlu’nun sözüyle: “... Köy Enstitüleri ortanın solunda bir eylemdi.
Onları yıkanlar da elbet ortanın sağındaydılar… Dışardan yıkanlar,
bilerek bilmeyerek paranın uşaklarıydı. İçerden yıkanlar, bilerek
bilmeyerek, paranın uşaklarının uşakları oldular.” 1945’te Birleşmiş
Milletler’e üye olduk. 1951’de NATO yönetimine alındık.
Prof. Dr. Ömer DEMİRCAN
Yorum Gönder