Türbanlı bir bayan.
Bir mücahide… Türbanlı bir AKP mücahidesi…
Koli koli sadaka dağıtıyor meydanda.
Son model, resmi plakalı bir minibüsün yanında.
Belli ki görevli.
Görevlendirilmiş…
Tam bu sırada bir kamera yaklaşıyor dağıtım alanına ve muhabir soruyor:
“Kumanya dağıtılıyor galiba, değil mi?”
Türbanlı bayan, resmi plakalı bir arabanın önünde duruyor ve yanıt veriyor:
“Hayır, kumanya değil, biz kendi hayrımıza şeylerimizi dağıtıyoruz, zekâtlarımızı dağıtıyoruz…”
Çözümü buluyor kolayca. Çünkü siyasal İslam’da yalan söylemek de geçerli olmak üzere, asıl hedefi gizleyebilmek için “takıyye” mubah. Ana sütü gibi helal…
Bu arada yardım almak isteyen bir bayan süklüm püklüm, çekingen tavırlarla yaklaşıyor türbanlının yanına:
“Beni de yazın, beni de yazın ne olur, ameliyatlı hastam var… Kocam, babam…”
Ama bu bayan ötekiler gibi yardım alamıyor. Ötekiler koca kolileri yüklenip giderken arkalarından bakakalıyor.
Çünkü “Kumanya dağıtıcıları” çekimden rahatsız oluyor ve oradan hızla uzaklaşıyorlar.
Sonradan bir başka vatandaş açıklıyor muhabire:
“Merkeze geldiler, nüfus kâğıtlarını alıp herkesi AK Partiye
kaydettiler, sonra da kumanyaları dağıtmaya başladılar. İçinde şeker
vardı, çay vardı, başka koliler vardı…”
Günümüzde “din-ticaret-siyaset” bütünleşti, kaynaştı, ”yekvücut” oldu.
Hinoğluhinler, bu üçlü aracı kullanarak, seçmenleri diledikleri gibi yönlendiriyorlar.
Seçiyorlar, seçtiriyorlar. Sonra da iktidara yerleşip, koltukları paylaşıyorlar.
Bir elleri yağda, bir elleri balda, Osmanlı sultanları gibi ömür sürüyorlar.
Nasılsa dokunulmazlık zırhı da var. İstediğini as, istediğini kes… İstediğini zindana at…
İşle işleyebildiğin kadar suç…
Ne karışan var ne görüşen…
Seçim yaklaşıyor. Önümüzde yine bir seçim var.
Herkes seçime hazırlanıyor.
Yolsuzlukları, hırsızlıkları kanıtlanmış, namları dört bir yanı
sarmış belediye başkanları, politikacılar da pusuda, alıcı kuşlar gibi
bekliyorlar.
Yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde, halkın dine saygısından da
yararlanılarak, her çeşit sosyal, kültürel, siyasal çalışma İslamcılık
üzerinden yapılmaya başlandı bile. Aslında bütün bu çabaların amacı “siyasal sadakati sadaka ile sağlamak”tan başka bir şey değildir.
Bugün içinde yaşadığımız sosyal sıkıntılar, halkımıza uygun görülen “dilencilik yaşantısı” hep bu sadaka ekonomisinin sonuçlarıdır.
Kanser hastası bir genç kızın, “İlaç bulunmuyor, yardım edin” dileği karşısında, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın ona 300 TL vererek, “Al şu parayı, düşürme sakın…” demesi, sorunlar karşısında siyasal İslamcıların nasıl çözümler ürettiğini ortaya koymuştur.
Cemaat ve biat kültürü günümüzde özgür düşüncenin yerini aldı. İnanç aklın, bilimin önüne geçti.
Düşüncelerinden dolayı insanlar mahkûm ediliyor.
Bu yüzden Fazıl Say, Yüzyıllar öncesinden yazılan bir Ömer Hayyam
şiirini sitesinde yayınladı diye 10 ay hapis cezasına çarptırıldı…
Sadaka ekonomisi demek, şeriatçı egemenliği ve sömürüsü demektir.
Sadaka ekonomisi demek sömürü, talan düzeni demektir…
Sadaka ekonomisi demek, Deniz Feneri, Yimpaş, Kombassan ve çöp
bidonlarından, semt pazarlarından yiyecek artıkları toplayan milyonlar
demektir. Bunlardan birisi olmadan ötekisi olmaz.
DİN SÖMÜRÜSÜ İÇİN “SADAKA DÜZENİ”NE, “SADAKA DÜZENİ” İÇİN YOKSULLARA İHTİYAÇ VARDIR.
Yardım isteyen insanlar, yardıma muhtaç yoksullar çoğalmalı, artmalı
ki sadaka düzeni rahatça işlesin, politikacılar da bu düzen sayesinde
bir taşla iki kuş vursun.
Bir yandan yardımsever, hayırsever, dindar devlet adamı görüntüsü versin, bir yandan da önemli makamlara geçip cebini doldursun…
Bu yüzden, Victor Hugo’nun deyişi ile onlar hep “YARDIM EDİLMİŞ YOKSULLAR İSTERLER, BİZSE ORTADAN KALDIRILMIŞ YOKSULLUK…” için savaşırız…
Yorum Gönder