Olcay Büyüktaş Akça ve Şehriban Kıraç'ın 'Demir Kapı Kör Penecere' yazı dizisi
Onlar değil ‘can’ları tutsak…
Bir kesimin yakından bildiği, hayatını onun üstüne kurguladığı insanların öykülerinin yer aldığı bir yazı dizisi bu… Ama yalnızca bir kesimin bildiği… Bir kesim derken ne hayata bakışlarına göre ayırdık onları, ne yaşam biçimleri ne de gelir seviyelerine göre…
Hiç öngörmedikleri, öngörseler de bu kadar uzayacağına asla ihtimal vermedikleri, her güne ‘acaba bugün o gün mü’ diye uyanan, en ufak bir tahliye ihtimalinde kendilerini adliye ya da cezaevi kapılarında bulan tutukluların yakınlarının yaşadıklarını paylaşmak istedik. Bir değil, beş değil binlerce tutuklu, hükümlü… İddianamelerinin hazırlanması ayları hatta yılları bulan, yargılanma süreci bir türlü başlayamayan, başlasa da kimlik tespitlerinin bile aylarca sürdüğü davalara dönüşen, tutuklulukları artık ceza haline gelmiş insanların yakınlarının yaşadığı, yaşamak zorunda bırakıldıklarını siz de öğrenin istedik. Çünkü biliyoruz ki, birer rakama, istatistiğe dönüşerek kanıksanan bu tutukluların yakınlarının neler yaşadıkları “ileri demokrasi” taraftarlarınca ne yazık ki bilinmiyor. Mesela, bir kadının, kendilerine yepyeni bir hayat planlarken, kocası tutuklandıktan sonra erken doğmuş ikiz bebeklerinin küvezden çıkıp çıkamayacağı endişesinin yanı sıra evini boşaltmak zorunda kaldığı da bilinmiyor; Kandıra Cezaevi’nde bebeklerin bezlerine kadar çıkarılarak çırılçıplak arandığı da… Dışarıda hayatını tek başına sürdürmek zorunda kalan bir eşin, içerdekini koruma güdüsüyle tüm hayatını, ağzından çıkan her sözü bir otokontrol ile yaşamaya başladığı da bilinmiyor; biri Bolu’da biri Gebze’de yatan iki kardeşi, yaşları ilerlemiş anne babalarına bir şey olduğunda artık kimsenin ziyaret etmeyeceği de… Eşi içerdeyken 11 yaşındaki çocuğu lösemi olan annenin, durumu ilk başlarda içerdeki eşinden saklamak için nasıl çırpındığı da bilinmiyor; kelebeğin kanadından bile sakındığı yavrusunun, hapishane arama noktalarında hoyrat ellerce nasıl hırpalanarak arandığı da… Peki, babası aylardır cezaevinde olan 2.5 yaşındaki küçücük çocuğun bu süreci atlatması için pedagog desteği almak zorunda kaldığını kaç kişi duydu? Diğerlerinin de çocukları, muhtemeldir ki akşamları babalarının, annelerinin göğüslerine kafalarını dayayamamanın küskünlüğü içindedirler. Son yıllarda sayısız acı yaşandı cezaevlerinde, sayısız katliam.. Anneler, babalar, eşler yanmış, parçalanmış cesetlerin ardından hayatla, devletle, annelikle, babalıkla, her şeyle arasına kocaman, soğuk bir duvar koydu. İşte bizler bu noktada onların duygularına, umutlarına, yaşamlarına bir nebze de olsa tercüman olmak istedik… Türkiye’de görüşe gitmek işkence görmek gibidir. Metalik kapılardan geçmek yetmez, ayakkabılar çıkarılır, kıyafetlerdeki boncuklar, pullar sökülür… Toplumun farklı farklı kesimlerinden Ergenekon, Balyoz, Odatv ve KCK, DHKPC olmak üzere çeşitli adlarla gözaltına alınmış ve tutukluluk süreleri ayları hatta yılları bulan bu insanların ortak talepleri ise davaların bir an önce tamamlanarak haksızlıklara son verilmesi…
Diyarbakır B.Ş. Bld. Başkanvekili Ali Şimşek’in eşi Şükran Şimşek:
Çocuğumuzun kanser olduğunu söylemek bana düştü
Şükran Şimşek “Eşim içeri alındığında büyük oğlum fen lisesinde okuyordu, çok başarılıydı. Ama hâlâ toparlanamadı. 2 yıldır üniversiteyi kazanamıyor. Kızım Batman’da yatılı okulda lise 1’e başlamıştı. Her hafta babaları gelip çocuklarını alıyorlar, diyor. Babaları geldiği zaman kendimi çok hissediyorum” diyor.
Hayatta her türlü zorluğa, haksızlığa göğüs gelirsiniz, direnisiniz, tek olsanız da bunu yapabilirsiniz, ama eşinizin cezaevine alındığının hemen ertesinde küçücük çocuğunuzun kanser olduğunu öğrenirseniz yıkılırsınız. Eşiniz yanınızda yoktur ve hem eşinize yapılan haksızlığa dayanmak, hem de oğlunuzun hastalığıyla o doktordan o doktora koşturmak, onu hayatta tutmak için amansız bir mücadelenin içine girersiniz. İşte 11 yaşında babası cezaevine girdikten 15 gün sonra kanser teşhisi konulan Zal’ın annesi Şükran Şimşek, 2.5 yılı aşkın süredir bu sonu belli olmayan amma ille de güzel günlerin yaşanacağı bir gelecek için mücadelesini sürdürüyor…
Sabahın 5’inde kapı çalındı diye başlıyor söze Şükran… 10’a yakın polis vardı. Eşim ve liseye giden büyük oğlum uyandı. İçeri girdiler, siyasetle uğraşan bir insanın evinde ne ararlar bilmiyorum.
Birçok kitabı aldılar. Her aldıkları kitaba yasak dediler. İsme göre karar veriyorlardı. Erdal Atabek’in Kuşatılmış Gençlik diye kitabı vardı, bu yasak dediler. Ben yasak olmadığında direttim. Küçük oğlumun oyun CD’leri de dahil bir sürü CD götürdüler.
Oğlum okulda resim defterine bütün renklerden bayraklar yapmıştı. Bir sayfaya sarı kırmızı yeşil bayrak çizmişti. O resmi alacağız dediler. Niye alıyorsunuz dedim, o resimde bu renkler var dediler, iyi öyleyse o resmi çocuk çizdi onu da uyandırın götürün, dedim. Sonra eşimi alıp götürdüler. Onlar eşimi alır almaz büyük oğlumla balkona çıktık, İkimizin de gözünden yaş aktı. Oğlum o ara babasının arkasından, alın size demokrasi dedi… Ama ben bırakılır dedim, çok içeride kalabileceğini düşünmedim.
Benim yüzümden mi?
Eşim cezaevine girdikten sonra küçük oğlum hastalandı. İlk hafta babasının içeri alınmasına bağladık. İlk açık görüşün olduğu gün cezaevinden hastaneye gittik Zal’ın kan değerlerine baktık, kan değerleri çok düşük çıktı. Apar topar Ankara’ya gittik ve Zal’a lösemi teşhisi konuldu. Ali o zaman yeni tutuklanmıştı. O hafta annesi babası ve benim ailem gitti yanına. Ali, Şükran niye gelmedi demiş, Şükran okulda, müffetişler geldiği için izin alamadı, demişler.
İkinci hafta yine gidemedim. İkinci açık görüşte Zal’ı Ankara’da hastanede bıraktım ve Diyarbakır’a cezaevine gittim. Zal’ın Ankara’da hastanede olduğunu söylemedim. Eşimin gözünün içine bakamıyordum, baksam belli edeceğim diyordum. Haftalardır niye ziyaretine gitmediğimi sordu. Belim ağrıyordu, okuldan izin alamadım, dedim. O ara Zal yoğun bakıma girdi, doktorlar artık dua etmekten başka çareniz yok dediler. İki ayı aşkın süre Ali’ye oğlumuzun kanser olduğunu söyleyemedim… Yavaş yavaş Zal’ın kan değerleri düşük, Ankara’ya götüreceğim, dedim… Zal yoğun bakımdan çıktıktan sonra sonra Diyarbakır’a döndük. O süreçte Ali’ye söyledim. Ali’nin sorduğu ilk soru şu oldu: “Benim yüzümden mi oldu, çok mu üzüldü?” Yok, dedim. Yaşam sevinci fazla olan bir insan bu hastalığı daha çabuk yeniyor. Bu süreçte babası yok yanında… Ben baba olmaya da çalışıyorum ama olamıyorsunuz ki… Gerçekten babasının yerini tutamıyorsunuz. Bu süreçte bizi en fazla yaralayan, güçsüz düşüren Zal’ın hastalığı oldu. Hiçbir şey babasının yerini tutmuyor. Bir defasında balkonda oturuyorduk, bayram günü bir anne çocuğunu çağırıyordu ‘gel bayramlık almaya gideceğiz’ diyordu. Zal’ın gözleri doldu. Ben almıştım kıyafetlerini ama o yine de babayla beraber gitmek istiyor.
Ali yanımda olsaydı..
Zal hastalık sürecinde 2 kere yoğun bakıma girdi. Bu süreçte siz de eşinizi yanınızda istiyorsunuz. Oğlunuz yoğun bakımdayken herhalde sizi en iyi anlayacak eşinizdir. İnsan sırtını eşine dayamak istiyor… O anlarda kendimi çok zayıf hissediyorum. Ali de olsaydı, diyorum. Belki benim korkularıma hissettiğim şeylere Ali ortak olurdu, diyorum. Kaybetme korkusuna o ortak olurdu. Çok zor bir bir hastalık. Bu süreçte babasının yanında olmasını isterdi. Çünkü eksikliğini çok hissediyor. Bazen eğlenmek ister. Dışarıya çıkmak ister. Bu çocuk 2 yıldır okula gitmiyor. Babası olsaydı, bir akşamüzeri arabaya bindirip gezdireydi… Zal’ın en büyük hayali de bu zaten… Baba çıkarsa beni oraya götürecek buraya götürecek, diyor..
Zal babası alındığında 4. sınıfa gidiyordu. Cezaevini televizyondan biliyor, oraya kötü insanlar gider diye biliyor. Ama babası kötü bir insan değil, bunu biliyor. Onu bir türlü anlayamadı. İlk başlarda “Anne, babamın cezaevinde olduğunu arkadaşlarıma söyleme” diyordu. Babam şimdi içeride, gardiyanlar döverler mi diye endişeleniyordu çocuk haliyle. En kötüsü oğlumu o ağır tedaviden sonra cezaevine götürmek oluyor. Kemoterapiye aldıklarında vücut dirençleri çok düşük oluyor. Ben korkudan öpemiyorum. Siz cezaevine götürüyorsunuz, asker pervasız bir şekilde arama yapıyor. Bu çok zoruma gidiyor. Ayakkabısını çıkarıyorlar, o pisliğin içinde yalın ayak yürütüyorlar. Zal bundan çok kötü etkileniyor. Eve gelir gelmez tüm kıyafetlerini çıkarıp yıkanmak istiyor. Ali KCK ana davasından 2.5 yılı aşkın süredir yargılanıyor. Hâlâ ifadesi alınmadı. Diyarbakır F Tipi Cezaevi’nde bulunuyor. Bu insanlar yıllardır cezaevinde. Sabrımızı mı sınıyorsunuz? Ben her mahkemede çok kötü oluyorum. Sürekli bir umut oluyor, bırakırlar diyorsunuz, ama her mahkeme günü aynı şeyleri yaşıyoruz.
Odatv tutuklularından Barış Terkoğlu’nun eşi Özge:
Aklımız kabul etti duygularımız asla
Odatv tutuklularından Barış Terkoğlu’nun eşi Özge Terkoğlu, bir üniversite öğretim üyesi. Barış içeri girdikten sonra ilk işi, bir iş bulmak oluyor Özge’nin… Yurtdışındaki eğitimini yeni tamamlayıp gelen Özge, Barış’ın gözaltına alınmasıyla bir yandan yaşam mücadelesini tek başına vermeye, bir yandan da Barış’ın ihtiyaç duyabileceği her şeyi tedarik etmeye çalışıyor.
İlk gün garip bir ‘her an bitecekmiş’ hissini yaşıyor… Aslında yazdığı diğer dava konularından bildiği ‘ben niye buradayım, yanlışlıkla buradayım’ diyen gazetecilerin haberlerini yazan birinin evine geldiklerinde artık bunun bir yanlışlık olmadığını, her an bitmeyecekmiş bir şey olmadığını kestirebiliyor…
Duygular kabul etmiyor
Yanlışlıkla olmadığını biliyor başlarına gelenlerin ama yine de duyguları kabul etmiyor… Çünkü Türkiye basını öylesine susturulmuş ki, Ergenekon, Balyoz, işçi eylemleri gibi yalnız sosyalist basında yer alan ana akım medyada ya çok az yer bulan ya da hiç bulamayan bu haberler yapıldığında sonucunu kestirmek de çok zor olamıyor. Ama yine de başına bir şey gelecek diye yazmamayı kendisine yakıştırmayan bir gazetecinin çabalarının ‘cezasız’ kalmayacağını kestiriyorlar. O nedenle biraz gündemi takip eden, kafası çalışan birileri olarak, kendilerinin nereye gittiğini görmemeleri mümkün değil… Ama yine de insanın kendi başına geldiğinde başka bir şey oluyor… Tuhaf bir delil toplama süreci yaşanıyor. Ona yazılan referans mektupları, telefon defterleri alınıyor. Delil toplayan polislerin, ciddi bir müzik ve film arşivleri olduğunu düşünüyor artık Özge…
Odatv kaç oda?
Toplanan hiçbir şeyden suç unsuru çıkmıyor.
Savcılıkta beş soru soruyorlar. Biri, Odatv kaç oda kaç salon… En son mavi dosyalar geliyor, ne olduğu soruluyor; Barış’lar bunların nereden geldiği refleksini yarım saatte gösteriyor: “Ama savcılık 10 ayda göstermedi. Bir gün önce bulunan o dosyaların nereden geldiği anlaşılamadı” diyor Özge.
Ve günlük yaşam tamamıyla değişiyor… İçiniz öyle yanıyor ki ona ilişkin merak her şeyin üstünde yer alıyor. Ona ne olduğuna ilişkin en ufak bilgiyi edinmek için saatlerce uğraşıyor: ona fiziken ve ruhen sağlayabileceği küçük rahatlıklar, için tüm yaşam yeniden planlanmaya başlıyor. Onun da içini rahatlatan bu döngü üzerinden şekilleniyor hayat.
Ailelerle başka bir boyutta yeniden tanışıyor gibi oluyorlar ve onların haklarının gerçekten ödenemeyecek kadar çok olduğunu bu süreçte yeniden fark ediyorlar. Aileler, ‘niye yazdın be oğlum’ demek yerine o haksızlığa karşı yanlarında oluyor, büyük destek veriyorlar.
Arkadaşlara gelince… Onların bir kısmı önce yanında oluyorlar, öyle bir korku toplumu yaratılmış ki, bir kısmı önce telefonları ve selamı kesiyor, başkaları aracılığıyla selam göndermeye başlıyorlar. O kadar ciddi bir tedirginlik yaratılmış durumda ki, pek çok arkadaş acaba konuşmalar bir gün iddianamede geçer mi diye düşündüklerini hissediyor.
İçerdeki insanlar ve ilişkiler bu açıdan daha net, herkesin kafası açık ama dışarıda o belirsizlik çok yorucu olabiliyor, çünkü hayatındaki herkesin aynı anda teraziye çıktığı bir durum… Önce bir hafta içinde aramamalar filan başlıyor, sonra kafaya takmaya, sonra takmamaya başlıyor. Yeni dostluklar kuruluyor, yeni arkadaşlıklar…
Bir görüşü kaçırmak çok şey…
Standart görüş 45 dakika… Saati ve günü belli… Değiştirme şansı yok… Bugüne kadar her seferinde gidiyor, çok kolay olmuyor ama mutlaka bir yolunu buluyor gitmenin. Hatta Urfa’da olması gerektiği hafta bile ihmal etmiyor görüşü… Çünkü içerdeki için bir görüşü kaçırmak ne demek bilmiyor ama kendisi için çok şey demek olduğunu biliyor. Gidememek ihtimali ortaya çıktığında onu ortadan kaldırmak isteği ciddi biri baskı yaratıyor.
45 dakika bütün aile görüşüyor, kaç kişi gelirse o kadar insan görüşüyor… Bir telefon ahizesine konuşuluyor. Bir banta konuşma hissiyatı, mahremiyet yok, polislerin duymasını istemediği özel hayatına ilişkin hiçbir şeyi konuşmak istemiyor… Oysa orada her türlü hissiyat kamuya açık hale geliyor.
33 ayındaki Özge, bir yıllık evli olduğu eşinden 18 aydır ayrı. Belki o gün alınmamış olsaydı, o hafta sonu sırt çantalarını alıp tatile gideceklerdi, belki çocukları olacaktı, belki yurtdışından gelen gayet cazip iş tekliflerinden birini kabul edecekti… İlk bulduğu işe girmek zorunda kalmayabilecekti, en azından hayat daha sakin bir seyir izleyecekti. Belki de bunların hiçbiri olmayacaktı ama bunu hiçbir zaman bilemeyecekler…
Olcay Büyüktaş Akça ve Şehriban Kıraç/Cumhuriyet
Demir Kapı Kör Pencere -1- Onlar değil ‘can’ları tutsak
Demir Kapı Kör Pencere - 2 - Ölümleri aklımıza gelirdi ama tutsaklık asla
Demir Kapı Kör Pencere - 3 - Kızıma cezaevini nasıl anlatayım?
Demir Kapı Kör Pencere - 4 - Tam bir kara kışa döndü hayat
Yorum Gönder