Ordumuzun en üst komutanlarından önemli bir bölümü bu ramazan ayını “hapis”te yaşıyorlar... Yakın geçmişte “darbe” yapmaya niyetlendikleri savıyla tutuklandıklarında denmişti ki: “Alnı secde gören komutan özlemi çekiliyor.”
Ahmet Hakan’ın, bu sözü başlık yaparak aktardığı Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin yazısı şöyleydi: “Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, bakanlar, kuvvet komutanları, Kocatepe Camii’nde aynı safta bir bayram namazı kılsalar ne olur? Söyleyeyim: Türkiye’de çifte bayram olur. Hani ordu millet kaynaşması diyorlar ya, hem de ne kaynaşma olur.” (Hürriyet 1 Eylül 2011)
Şimdi de kimi “dindar”larımızın, özellikle tutuklu generallerin oruç tutup tutmadıklarını merak ettiklerini duyunca çocukluğuma gittim.
İstanbul’da bir “Şeker Bayramı” arifesiydi; Rami Kışlası’nda topçu taburu komutanı olan rahmetli babam demişti ki: “Artık yaşın geldi, yarın sabah bayram namazına birlikte gidelim.”
Fatih Camisi’nin avlusuna girince, önce Fatih Sultan Mehmet’in türbesini ziyaret ettik; ardından son cemaat yerindeki saflara katıldık.
Namaz sonrası herkesle bayramlaşırken bir mahalle komşumuzun “Komutan, oğlanı da asker mi yapacaksın” sorusuna babamın yanıtını unutmadım: “İstediğini olsun; memleketini sevsin yeter.”
Şimdi generallerimize “alnı secde görmemiş”ler denildiğini anımsadıkça, zamanın derinliklerindeki tanıklıklarımı düşünüyorum... Hele ki babamın tayin olduğu Anadolu kentlerinde yaşadıklarımı...
Asker ve kentler
Bugün de öyledir... Yurdun özelikle geri kalmış yörelerinde “asker” sanki belediye gibidir. Bulunduğu köyün, kasabanın yollarını bile yapar; hatta camilerine de bakar...
Dahası, tarihi eserlerin korunmasını bile asker üstlenir. Örneğin Sarıkamış’ta Rus işgalinden kalma asırlık taş yapılar ordunun elinde olmasaydı çoktan yıkılmış, yerlerine abuk apartmanlar dikilmişti...
Hatta bunlardan, Katerina’nın ünlü kışlık sarayındaki ahşapları yakacak olarak sökmesinler diye metruk binanın özel nöbetçileri vardı. Bina Hazine’nindi ama askeri bölge içinde korunuyordu.
Sinema, TV’ye yenik düşmemişti. Gittiğimiz kentlerde orduevi varsa, mutlaka sineması da vardı. En iyi yerli ve yabancı filmler bu “halka da açık” askeri sinemalarda gösterilirdi. Aynı orduevlerinde sivillerin düğünlerini yapması, asker müzisyenlerden oluşmuş orkestraların mahalli oyunlar ve parçalar çalmaları bugün de sürüyor...
Bütün bunlara ordunun halkla bütünleşmiş tarihi ve geleneksel saygınlığı da eklendiğinde, o kentte komutanlara birçok siyasetçiden daha fazla güven duyulduğunu söylesem, asla abartmış olmam.
Yıpranan saygınlık
İşte böylesi gelenekselleşmiş bir güven, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin “ordu gücü”yle yapılmasından ötürü büyük yaralar aldı.
Halkın bağrına bastığı ordunun komutanları, halkın çıkarlarını savunanları susturmak isteyen sömürgecilerle işbirliğini yeğlediler... Askeri güçlerini yurtseverleri ezmek için kullandılar.
Şimdi asıl sorgulanması gerekenler, sivil ya da üniformalı olsunlar, Silahlı Kuvvetlerimizi “faşizmin baskı gücü”ne dönüştürerek ordumuzun tarihsel saygınlığının “yıpratılması”na neden olanlar değil midir?
Bu yıpranmadan yararlanarak, sözde “sivil”lik, sözde “demokrat”lık adına “Cumhuriyetin ordusu”na karşı Kurtuluş Savaşımızdan bu yana duydukları kini siyasette egemen kılanları ise yine halkın sağduyusu yargılayacaktır.
Yorum Gönder