Türkiye Cumhuriyeti 50 yılda 100 bin cami yapılan bir ülke olmasına karşın, günümüze kadar büyük bir yalanın üzerinden yürütülen bir ideolojik ve siyasal saldırı altında çöktü. Bu yalan, inançlı Müslümanların bu ülkede laik rejim tarafından baskı altına alındığı yönündeki iddiadır. Daha önceki hafta Bülent Arınç kalkıp, “Müslümanları özgürleştirdiklerini” ileri sürüp, “Kuran’ı, tespihi seccadeyi suç unsuru olmaktan çıkardık” dedi.
Yeryüzü böyle büyük bir yalan, böyle aşağılık bir kara propaganda görmedi. Duyan da cami sayısının okul sayısını aştığı, Kuran kursu öğrencilerinin ilkokul öğrencilerinin sayısına ulaştığı bu ülkede Müslümanların gizli gizli namaz kıldıklarını ve Kuran okuduklarını sanacak.
Bu ülkede ne zaman Kuran yasak oldu? Ne zaman insanların namaz kılması, camiye gitmesi, oruç tutması yasaklandı? Ne zaman bu ülkedeki Müslümanlar hacca gidemedi? Bu ülkede İslam ne zaman yasaklandı? Söyler misiniz, ne zaman?
İşte bu büyük ve alçakça yalan üzerinden sahte bir özgürlük ve demokrasi edebiyatı geliştirildi. Tarihin tanık olduğu en ikiyüzlü kara propaganda üzerinden rejimi değiştirecek ideolojik, siyasal ve örgütsel hazırlığı yaptılar.
Oysa bu ülkede Sünni İslam her zaman egemen oldu. Baskı altında kalan, dışlanan, horlanan ve hakarete uğrayanlar, başka inançlar, Alevilik ve Şiilik gibi İslam yorumlarıydı. Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni-Hanefi inancına göre, bütün bir ülkeyi ve toplumu şekillendirmeye çalıştı. Ülkenin laik kurumları üzerinde baskı oluşturuldu. Topluma tek mezhep dayatıldı. Bütün askeri darbelerin ideolojik arka planı siyasallaşmış Sünni İslamcılık ile tahkim edildi.
***
İslamcıların ve muhafazakârların gerçekte itiraz ettikleri olgu, laik rejimdi. Çünkü siyasallaşmış Sünni İslamcılara göre (aynı şey siyasallaşmış Şii İslamcılar için de geçerlidir) laiklik ve demokrasi ile kâfirlik aynı anlama gelmektedir. Dolayısıyla, onlar için bütün devlet düzeni ve toplumsal yaşam dini kurallara göre düzenlenmeden gerçek Müslümanlık yaşanmazdı. Demokrasi sadece amaca ulaşmak için kullanılacak bir araçtı.
Türkiye Müslüman sayılmadığı için, bu ülkede kutsal amaca ulaşmak için yalan söylemek, hile yapmak, kara propaganda ve sahtekârlık günah ya da suç sayılmadı. Çünkü Türkiye onlara göre İslam için savaşılan bir “Darül Harp” ülkesiydi.
İşte bu ülkenin alık liberalleri de bu sahtekârlığa ortak oldular. Bu büyük yalanın parçası haline geldiler. Basit bir düşünce ve akıl yürütme yöntemleri vardı. Onlar devlete yönelik her eleştiriyi demokratik bir itiraz sandılar. Bir önceki çağın değerleri ve kurumları üzerinden yöneltilen itirazı, demokratikleşme talebi gibi algıladılar.
Oysa tarihsel bakımdan Cumhuriyete yönelik iki eleştiri ve itiraz vardı. Birincisi, Cumhuriyeti aşmak, onu daha ileriye taşımak, en azından toplumcu ve demokratik bir karakter kazandırmak isteyen eleştiriydi. Bu itiraz, tarihsel olarak ilerici, kategorik olarak da sol ve devrimciydi.
İkincisi ise Cumhuriyet’in tarihsel olarak ilerici ve laik niteliklerine itiraz eden, esas olarak bir önceki çağın değerleri ve kurumlarından beslenen dinci ve muhafazakâr eleştiriydi. Bu eleştiri uzun süre kendisini merkez sağ partiler ve oluşumlar içinde ifade etti. Bu itiraz ise tarihsel olarak gerici, kategorik olarak sağcı ve karşı-devrimci bir eleştiriydi.
Sınıf atlamaya çalışan, servetten ve iktidardan pay isteyen liberaller ile ıslah olmuş, yorgun ve kendi değerlerine ve hayatlarına ihanet eden eski solcular bu hilenin genel bir doğru gibi yutturulmasında belirleyici rol oynadılar.
Bir süre sonra öyle bir hale geldi ki, sol da statükocu ilan edilerek, ortada “demokratik itiraz” diye kala kala sadece gerici eleştiri kaldı. İslamcılar ülkeye ve devlete egemen olup rejimi değiştirdiklerinde alık liberaller büyük şaşkınlık içinde gericilikle baş başa kaldılar.
***
Bilindiği gibi Türkiye, 1951’de NATO’ya girişiyle birlikte Batı’nın Sosyalist Bloka karşı uyguladığı “Yeşil Kuşak” projesinin üslerinden biri haline getirildi. Zaten soluna kapalı olan rejim, aydınlanma düşmanı, gerici ve faşizan bir karakter kazanmaya başladı. Soldan geldiği varsayılan tehdide karşı, dincilik bir kalkan olarak düşünüldü ve desteklendi.
Bu nedenle Türkiye’de dincilerin mağduriyetinden söz etmek büyük bir yalan ve utanmazlıktır. Tam tersine, bu ülkenin ilk dincileri, siyasal İslamcıları CIA ve MİT’in sola yönelik bütün kirli operasyonlarında gönüllü olarak rol aldılar. Öyle anlaşılıyor ki, bu utanç onlara yetmedi. Bunu bir tür “ehven-i şer” durumu saydılar.
Türk burjuvazisi ve Cumhuriyet’in kurucu kuvvetleri kendi devrimine ihanet etti. Burjuvazi tarihsel, sosyal, ekonomik ve entelektüel bakımdan zayıf, dolayısıyla korkak olduğu için daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sola karşı düşmanca bir tutum izledi. Bu tutum Soğuk Savaş döneminin hoyrat ve kıyıcı anti-komünist siyasetiyle birleşince tam bir faciaya yol açtı.
Rejim, bu ülkenin en seçkin aydınlarına, bilim insanlarına, toplumu 21. yüzyıla taşıyacak kadrolarına, çoğu solcu bile olmayan ilerici, aydınlanmacı ve pozitivist unsurlarına ve elbette sola karşı sürekli olarak imha politikası izledi.
Türk burjuvazisi ve Cumhuriyet seçkinleri yıktıkları düzenin gerici unsurlarıyla uzlaştı. İslamcı hareket büyütüldü, siyasallaştı ve sonuçta kendisini büyüten gücü tasfiyeye yöneldi.
Türkiye’ye yeniden cehalet egemen oldu. İnsan aklı ve bilim teslim alındı. Ülke, uzun ve sancılı bir intihar sürecine girdi. İslam dünyasının uzayan Ortaçağının nedeni olan, İmam Gazali doktrinini (vahyin akla üstün olduğu tezini) benimseyenler/inananlar ülkeyi yeniden ele geçirdi. Buna izin vermeyelim.
Yorum Gönder