“Doğu Hindistan Kumpanyası” binası Londra Borsası’nın kalbi Leadenhall ile Lime Sokağı’nın köşesinde asırlar boyu ayakta kalmış amma velakin “imaj çağının” başında yok edilivermiş!
Tarih ve kültür mirasının özenle korunduğu ve her vesileyle hatırlatıldığı bir kentte, dünya tarihine damga vuran bir kurum binasının anısını yaşatan tek işaretin kalmaması tuhaf değil mi?
İşte bu tuhaflık Nick Robins isimli bir yazar tarafından fark ediliyor.
Yazar Robins; “Doğu Hindistan Kumpanyası’nın tarihi, Londra gibi bir kentten neden silinmiş olabilir?” sorusunun peşine düşüyor ve bu soruyu deştikçe de İngiliz emperyalizminin kirli çamaşırlarını deşifre ediyor.
Sonra bunları; “Dünyayı Değiştiren Şirket/The Corporation That Changed the World” isimli bir kitaba dönüştürüyor.
Britanya İmparatorluğu hakkında okuduğum en zihin açıcı kitaplardan biri olmuştu “Dünyayı Değiştiren Şirket.”
Öyle ya…
“Doğu Hindistan Kumpanyası”nın tarihi, İngiliz emperyaliziminin tarihiyle eşdeğer.
Londra’dan “Doğu Hindistan Kumpanya”sının tarihinin silinmesi, Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik tarihinin de silinmesi anlamına gelmiyor mu?
Yalnızca bu saptama bile, “Dünyayı Değiştiren Şirket”i okumaya değer kılıyor.
Olimpiyadın açılış törenini izlerken Nick Robins’in “Dünyayı Değiştiren Şirket”te yapmış olduğu bu saptamayı hatırladım.
“Doğu Hindistan Kumpanyası” binasının abrakadabra Londra’nın merkezinden silinmesi gibi tıpkı, olimpiyat açılışında da çünkü görkemli bir şekilde hikâye edilen İngiltere’nin geçmişinden Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik tarihinin tamamıyla silindiğini gördük.
Seçici mizansen
Shakespeare’in “Fırtına” adlı temsilinden alınan “Harikalar Adası” temasını işleyen dizeler ve yeşil İngiliz kırsalıyla açılan tören; şölenin en güçlü görsel anlarından birinde yerden fışkıran fabrika bacaları aracılığıyla sanayi devrimine geçişi anlatıyor.
Sanayi devrimi, insanlık tarihine yapılmış eşsiz bir armağan olarak anlatılmış burada…
Hemen arkadan “sendikalaşma, işçi hareketi” ve “kadın haklarının” elde edilişine ilişkin bölümler geliyor…
“İnsanlık tarihine” armağan olan sıçramanın, “ödettiği bedeller” hepten kapsam dışı bırakılıyor.
“Sanayi Devrimi’ni” mümkün kılan sömürgelerdeki yağmayla elde edilen “hammadde transferi” mesela kapsama alanı dışında kalıyor.
Sonuçta tabii bu bir “şov”, bir “kutlama”, bir “şölen”…
Kendilerini dünyaya, dünyanın görmesini istedikleri biçimde anlatmış İngilizler…
Parayı veren düdüğü çalar hesabı gösteriyi yöneten Danny Boyle 27 milyon poundluk şovu; keyfince, bildiği gibi hazırlamış.
Ama yerküre artık eskisi gibi değil küçük bir köy oldu.
Sanal ortamda anı anına yorumlanan bu çarpıcı “unutkanlık”; Afrikalılar tarafından örneğin hemen sosyal medyada gündeme getirildi:
“Ne oldu? Güneş batmayan sömürge imparatorluğunun izi niye burada hiç yok?” dediler.
Mizansendeki her şey sonuçta deniz ötesiyle irtibatı olmayan bir “ada”nın (Britanya Adası’nın) içinde olup bitiyormuşçasına takdim edilmiş.
Bu “minik detay” dışında her şey mükemmel.
Seremoni ve gösterinin doruğu
Nasıl olmasın?
Çok kapsamlı, çokboyutlu bir “uygarlık” anlatılıyor Londra Olimpiyadı açılışında.
Shakepeare’den başlayarak çocuk dünyasına uzanan uçsuz bucaksız düş gücü olan bir edebiyat, klasikten “pop”a varan müthiş bir müzik çeşitliliği; Ateş Arabaları, Charlie Chaplin, James Bond ve Mister Bean’e gönderme yapan muazzam zengin bir film endüstrisi; sendikacılık, kadın hakları; sosyal devlet kazanımı olan bir sağlık sistemi güçlü bir müzikal geleneği ve dört dörtlük “koreografi” ile sergileniyor.
İngilizlerin ünlü “mizah anlayışı” da bu arada unutulmuyor...
James Bond’u oynayan aktör Daniel Craig’le Kraliçe Elizabeth’i Buckingham Sarayı ve bir helikopterde yan yana getiren sahneler mesela, insanı deli gibi güldürüyor.
Hele 85’lik kraliçenin dublörünün; dev İngiliz bayrağı şeklinde açılan bir paraşütle stadyum üstünde helikopterden atlaması ve stadyumda gerçek kraliçenin eşzamanlı olarak locasında yerini alması yok mu “gösteri” ve “mizah” açısından izleyicilere eşsiz dakikalar yaşatıyor…
Duygular ise asla ihmal edilmiyor.
Pijamalarıyla İngiliz ulusal marşını söyleyen “işitme engelli çocuk korosu”, TV’leri karşısında oturan milyonların sadece akıllarını değil “yüreklerini” de ele geçiriyor.
Görselliğe gelince…
Çelik işçileri tarafından işlenen metallerin olimpiyat halkaları olup ışık şelalesine dönüşmesi; geleneksel bir İngiliz evinin bilişim devrimiyle “dijital ev” olması, temaşanın hep doruk yaptığı anlar oluyor.
Şimdiye değin hiçbir olimpiyat açılışını baştan sona izlememiştim.
Londra 2012 merakla izlediğim ilk olimpiyat açılışı oldu.
Teslim etmek lazım: İngilizler “seromoni sanatını” çok iyi biliyor!
Diana’nın cenaze törenini de olağanüstü bir gösteriye dönüştürerek cümlemizi ekrana bağlamamışlar mıydı?
Yorum Gönder