Yazıma konu olan karşılaşma İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gerçekleşti. Tatile çıktığım gündü ve yazılarıma ara verdiğim için zaman geçti ama yazmadan olacak gibi değil.. Kafede bir şeyler içmek üzere ailece masaya oturmuştuk ki yandaki masada çocuklarıyla oturmakta olan anne kalkarak doğru bizim masaya yürüdü ve;
“Affedersiniz rahatsız ediyorum ama sizinle mutlaka konuşmam gerekiyor Ruhat Hanım” dedi.. Yüzüne baktım, gözlerinde kırgın, üzgün bir ifade vardı, “buyurun lütfen, oturun, konuşalım” dedim.. Eşinin Balyoz davası kapsamında tutuklandığını ve 2 yıldır cezaevinde olduğunu söylerken gözleri yaşararak yan masada oturmakta olan oğlunu gösterdi;
“O tutuklandığında küçük oğlum 10 yaşındaydı, şimdi 12 yaşında. Bakın havaalanında herkes tatile gidiyor, biz tatile değil Antalya’ya yurt dışından gelen ve artık dönecek olan kardeşimi görmeye gidiyoruz. Elimden geldiğince geciktirdim ama gitmeden görmemiz gerektiği için yola çıktık, buna rağmen suçluluk duyuyorum” deyince nedenini sordum.. Gözyaşları yanaklarından akmaya başladı..
KOMUTAN NECDET ÖZEL!
“O bu kavurucu sıcakta içerde haksız şekilde parmaklar arkasında beklerken İstanbul’dan ayrılmak bile bu duyguyu veriyor. Deniz kenarına gitmemem lazım” dedikten sonra nefes almadan devam etti; “Eşim 2001-2003 yılları arasında Harp Akademisi öğrencisiydi ve devre birincisiydi. O kadar yıl emek sarf etti, ödülünü alacağına başına bu geldi. Söz ettikleri ‘seminer’ 2003 Mart’ında yapılıyor, yani eşim hala öğrenci ve seminere katılmamış.. Buna rağmen onu tutukladılar. Bugünkü Genelkurmay Başkanı Necdet Özel o yıllarda Akademi Komutanı idi, onu kimse suçlamadı, bu nasıl bir çelişki, nasıl bir haksızlıktır..”
ELLER VİCDANA..
Konuşmada “eşi ve Balyoz soruşturmasında tutuklu diğerleri için öne sürülen iddiaların bulunduğu 11-16 nolu CD’lerin sahte olduğunun ispatlandığını, avukatlar ve bilirkişi raporları için ‘olmayan paralarıyla, ailelerinin yardımlarıyla’ emek verdiklerini ama hiçbirinin dikkate alınmadığını söylerken yine gözleri doldu. Yan masaya dönerek çocuklarının bunu fark edip etmediğini anlamaya çalışırken “yıllardır onlara karşı metin olmaya gayret ediyorum ama insanım sonuçta, dayanamıyorum artık” diye fısıldadı..
Aynı anda ben de gözlerimin dolduğunu ve sesimin titremeye başladığını fark ettim, kendinizi benim yerime, ellerinizi yine vicdanınıza koyun, siz olsanız aynı şeyleri hissetmez miydiniz? Yüzlerce sivil ve askerin, gazetecinin, bilim adamının, milletvekilinin Balyoz, Ergenekon, Oda TV vs diye yıllardır özgürlüğü elinden alındı.. Çocuklarının büyüdüğünü göremediler, aileleriyle geçirecekleri yılları kaybettiler, eşleri-çocukları maddi manevi bunalıma sürüklendi, siyasetçiler, hakimler ve herkes yaz tatiline, bayram tatiline çıkarken onlar hücrelerde ömür tüketti..
DEMOKRASİ DERSİ VERMEYİN ARTIK!
Böyle bir hukuksuzluğa, haksızlığa daha ne kadar susulacak? Türkiye’de bunlar yaşanırken diğer ülkelere akıl vermeye, “Suriye’ye demokrasi gelmesini istiyoruz” demeye, hele de bu nedenle kendi güvenliğimizi büyük ölçüde tehlikeye atacak kadar öne atılmaya ne hakkımız olabilir?
Necdet Özel o dönemde Akademi Komutanı olmasına rağmen onun Balyoz denilen seminerle hiçbir ilişkisi olmadığından emin olanların aynı dönemin öğrencilerini içeri tıkmaları ile “Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman’ın Balyoz’dan haberleri bile olmadığının iddia edilmesi” arasında (Hilmi Özkök nihayet, bunca tepki ve askerlerinin çağrısından sonra) ifadeye çağrıldı, İlker Başbuğ ’u hapsederken 12 Eylül darbesini yapanların ve 27 Nisan muhtırasını verenlerin korunmaya alınması arasında pek fark yoktur bence..
Tablo bu ise olay “darbe-muhtıra”, suçlu-suçsuz meselesi değil, canının istediğine dokunmayarak “istemediklerini” yıllarca cezalandırmak ve bunu da dünyaya “bakın orduyu nasıl da etkisiz hale getirdim” diye ilan etmektir. Ama daha önce darbeler oldu diye “darbeyle hiçbir ilgisi olmayan, demokrasiye saygılı, işinde gücünde” insanlara yapılan bu eziyetin günahı hiç de kolay temizlenmez.
Hakkı hukuku da bırakın, “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” lafını unutmamak gerekir!
*****
Daha kaç Melek lazım?
Ağrı’da cani bir koca, kayınvalide ve kayınpeder tarafından işkenceyle, aç bırakılarak, dayaktan aklını kaçırmasına neden olunarak öldürülen “ÇOCUK GELİN” Melek unutulamaz..
AFFA UĞRAMAYACAK CEZA
O katil üçlüye “ömür boyu ağır hapis” cezası verilmesi sağlanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde artık yargının, devletin “şiddete karşı” değil “yanında” olduğu düşüncesi iyice gerçeklik kazanacaktır. Yargı toplumun “devlet ceza vermediğine göre işimi kendim hallederim” noktasına geldiğini görmek zorundadır.
SIĞINMA EVİ
Son yıllarda bu kadar çok gündeme getirilmesine, Kadın Bakanı Şahin’in bulunduğu toplantılarda defalarca tekrarlanmasına, son 10 yılda “gencecik yaşta yüzlerce Melek” canını yitirmesine rağmen gerekli sayıda “sığınma evi” neden açılmadı? Hatta neden “hiç” açılmadı?
ŞİDDET İZLEME MERKEZİ
Kadın sivil toplum kuruluşları özenle üstünde durduğu ve “acil” dediği halde, karar Bakanlar Kurulu’na gittiği halde “Şiddet Önleme ve İzleme” merkezlerinin açılması neden 2 yıl sonraya bırakıldı? Kadrolar çıkarılarak hemen açılması, en azından acilen “pilot il”ler seçilerek başlatılması çok mu imkansız, neden?
İnsanı en fazla rahatsız eden şey böylesine dehşet verici cinayetlerle, terörle her gün gencecik fidanları kaybederken, toplum Ağrı’daki “Melek vahşeti” gibi olayları acıyla izlerken hala “Suriye’de Esad zulmü” diye tutturarak başımıza yeni çoraplar örmemiz ve kendi sorunlarımızı yok farz etmemiz.. Meclis en kısa zamanda “şiddet” ve “çocuk gelinler” konularını ele almak ve ağır cezaların verilmesini de sağlamak zorundadır. Yapmayacaklarsa çıkarsınlar katilleri halkın önüne, ne olacaksa olsun!
Yorum Gönder