27 Temmuz 2012 günü Kocatepe Camisinde açıldığı duyurulan Kitap Fuarına bir göz atmak için gittiğimde, Cuma da olması nedeni ile, Ankara’nın bu muhteşem camisine girdim. İmam Cuma vaazı verirken, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bazı bakanlar, milletvekilleri, yanlarında korumaları ve gazeteciler olduğu halde, cemaatin meraklı bakışları arasında camiye girdiler. Caminin içinde padişah selamlığı gibi görünen, ön tarafta yüksekçe bir yerdeki mahvele müezzinlerin yanına çıktılar.
Aynı gün, bu sütunlarda yayınlanan Sayın Sebati Özdemir’in “Diyanet Fetva Makamı mıdır” başlıklı yazısı ile eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’in Milliyet köşesinde bir okuyucunun sorusuna cevaben “Cuma Namazı Kaç Rekâttır” yazısını okuyunca, bu yazıyı yazmam gerektiğini duydum.
Sebati Özdemir aynı yazısında, Diyanetin “fetva vermesinin anayasanın laiklik ilkesine aykırı” olduğunu, dolayısıyla “anayasal suç işlediğini saptadığını” yazmakta. Gerçekten de Diyanet İşleri Başkanlığı, siyasal iktidarın “dinsel devlet yapılanması” doğrultusunda övücü, Alevilerin cemevi istemi aleyhinde olumsuz tavrı, siyasal amaç kokan demeç ve fetva vermesi dikkat çekicidir. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığı, verdiği Osmanlı Şeyhulislamı ve uleması tavırlı fetvalarıyla, siyasal iktidarın dinsel devlet yapılanması ile laikliğe karşı anayasal suç işlemesine ortak olmaktadır.
Şu anda laik bir anayasa ile yönetiliyorsak, TC Cumhuriyet Başsavcılığı da, siyasal iktidara karşı, devleti dinsel yapılanma girişimi nedeni ile uyarıcı görevini yapmalıdır. Eğer 2002 den önceki kadro görevde olsa idi, siyasal iktidarın dinsel yapılanması, laik devlete karşı anayasa ihlali eylemi karşısında Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasa Mahkemesine dava açardı. Gerçek bir laik ve hukuk devleti isek, yasaların hükmü uygulanırdı. Acaba içine girmeye çalıştığımız (AB de), Avrupa’nın hangi ülkesinde böyle bir dinsel devlet yapılanması vardır. Hangi devlet adamı şehirlerin en turistik merkezi yerlerine kilise yaptırma çabasındadır? Bu mümkün müdür? İşte onlarla bizim toplumsal kültür, demokratik düşünce, çağdaş hukuk, laiklik konusunda bu denli kültür farkı vardır.
Eğer devletimiz gerçek bir laik, demokratik devlet ise, devlet organları vatandaşın inancını engelleyen, yasaklayan tavır içinde olmamalı; bir dinin ve meshebin temsilcisi ve savunucusu olmaktan ziyade, her din ve hezhebe aynı mesafede olması gerekirdi. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı yardımcılarından birisi Aleviler’den, bir de Hıristiyanlardan olmalıdır. Çünkü ülkemizde milyonlarca Alevi yanında, binlerce de Hıristiyan vatandaşımız vardır. Onlar da bu ülke hazinesine vergi vermektedir. Bu nedenle sadece bir din ve meshebe kılavuzluk yapan Diyanet gibi dinsel bir kurum çağdaş hukuk devletinde olamaz. Avrupa’nın hangi ülkesinde, devlet bütçesinden beslenen, bizdekine benzer Diyanet İşleri gibi bir kurum vardır.
Ülkemizde 15 milyondan fazla Alevi olduğuna göre, Alevilerin cemevi istemine hükümetin, devletimizin engelleyici bir tavır içinde olması demokratik olmadığı gibi, insan haklarını ihlal, ibadet ve inanç özgürlüğünü engellemek kusuru oluşması nedeni ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce (AİHM) Türkiye kusurlu bulunacaktır.
Gördüğümüz kadarı ile halkımızı cahil bırakan binlerce hurafe topluma bir karabasan gibi çökmekte, insanımızı geri bırakmaktadır. Bilindiği gibi Diyanet geçen yıllarda yanlış, uydurma hadislerden binlercesini tespit etmişti. Aynı araştırma ile sanki dini kuralmış gibi nice hurafeler vardır ki, onlar da tespit edilmeli, Diyanetimiz onlarla da mücadele etmesi, böylece halkın aydınlanması için yoğun bir çaba içinde olması gerekirdi.
Ne yazık ki, Diyanetimiz en etkin biçimde, sanki bir turizm şirkeri gibi, her yıl binlerce vatandaşı Hac’ca (umre de dahil) göndererek para kazanma çabasındadır; hem de hazineden beslenerek.
Yazımın başında, aydın seçkin din adamı ve eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’in yazısına değinmiştik. Aynı yazıda Süleyman Ateş’e Muhittin Karaçavuşoğlu adlı vatandaş, Cuma Namazı konusunda şöyle soru sormakta:
“Cuma günü öğle vakti kılınan farz namazı iki rekât mı, altı rekat mı yoksa on altı rekat mı? Cuma namazı kıldıktan sonra öğle namazı kılmak farz mı? Diyanet İşleri neden cuma namazına bir standart getirmiyor”.
Gerçkten Cuma namazlarında birçok vatandaş iki rekât farzı kıldıktan sonra camiden çıkarken, birçokları da, imam o günün öğle vakti namazını da kılmaktalar. Geçmiş yıllarda birçok imamdan, ısrarla “mutlaka öğle namazını da kılmak gerekir” sözlerini duymuşum. Öyle imamları hatırlıyorum ki, Cuma namazının farzını kılıp giden vatandaşları azarlayarak, “nereye gidiyorsunuz daha öğle vakit namazı var” diyerek vatandaşı adeta zorla geri camiye tıkan imamlara rastlamışımdır.
Ayrıca hütbeden ve farzdan önce herkese dört rekât kıldırıyorlar, oysa hutbeden önce iki rekat sünnet kılınacağını Süleyman Ateş aşağıdaki gibi açıklamada.
Konumuz ve anlatmak istediğim Cuma namazı şöyle veya böyle kılınsından ziyade, Diyanetin bu konuda, yani öğle namazının kılınması gerekmediği doğrultusunda asla bir bilgi vermediğidir. Hiçbir imam da bunu söylememktedir, yani öğle namazının düşeceği ve kılınmayabileceğini açıklamıyorlar. Öyleyse Süleyman Ateş’in söyledikleri doğru ise, Diyanet İşleri Başkanlığı dinin tam gereklerini vatandaşa öğretmiyor, telkin etmiyor demektir.
Gerçekten ben de yıllardır Cuma namazını kılan bir vatandaş olarak, Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’in Cuma namazı konusundaki bu açıkladıklarını hiç bilmiyordum. Şaşırdığım bu açıklamaları, yıllarca Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Süleyman Ateş o zaman açıklamışmıdır. Eğer açıklamamışsa (ki açıkladığını anımsamıyorum) toplum dinsel kökenli geniş ve ağır bir “mahalle baskısı” altındadır. Ama gerçek bilim ve din adamı, tek başına da olsa, Orta Çağın engizisyon mahkûmu bilim adamı korkusuzluğu ile gerçekleri olduğu gibi açıklamalıdır. O zaman toplum gerçekten aydınlanır.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş, bakınız üstüne basa basa, hem de “vallahi billahi” diyerek, üstelik Diyaneti de eleştirerek, Cuma günü öğle namazının kılınmayacağını şöylece açıklıyor:
“Cuma namazı iki rek’attır. Cemaatle kılınır. Cuma namazını kılan kimseden öğle namazı düşer. Çünkü Cuma namazı, o günün öğle namazıdır. Artık başka bir öğle namazı yoktur. Hutbeden önce iki rek’at sünnet vardır, dileyen kılar, dileyen kılmaz. Hutbeden sonra kılınan Cuma namazından sonra iki veya dört rek’at sünnet kılınır.
Sünnetler zorunlu değil, isteğe bağlıdır. Dileyen kılar, dileyen kılmaz, gider. Ama Cuma günü ayrıca bir öğle namazı yoktur, vallahi yoktur, billahi yoktur. Ama bu konuda Diyanet niçin kesin tavrını koymuyor, bilmediğinden değil, çekindiğinden, alışkanlıkları din haline getirmiş olanları gücendirmekten çekindiği için maalesef kesin tavrını koymuyor Diyanet. Oysa bunu yapması, yayınlayacağı fetvalarla konuyu halka açıklaması gerekir.
Dinin emrettiği şekliyle ibadet kolaylaştırılabilir mi?”
Bizim de söyleyeceğimiz, Diyanet iktidarın hoşuna giden fetvalar vereceğine, hurafelerle savaşmalı, yukarıda Süleyman Ateş’in açıklanadığı gibi dinin, namazın gerçeklerinidoğrularını öğretmelidir.
Not: Mevlid ve kandil günlerinin dini bir zorunluluk olmadığını, sonradan dine sokulduğunu, yine Diyanetin bu doğruları da açıklamadığını anlatan yazımıza sonraki yazımızda yer vereceğiz.
*
“Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyor; kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz”. Atatürk
(Asaf İlbay Anlatıyor, Yakınlarından Hatıralar, S. 102-103)
*
“Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir”. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, S. 127)
Yorum Gönder