Daha kitabımın mürekkebi kurumadı...
Öngördüğüm sorunların hepsi gündeme geldi.
“ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” nisan ayında basıldı...
Aradan dört ay geçti...
Kitap hâlâ raflarda...
Hâlâ Remzi Kitabevi’nin “Çok Satanlar” listesinde…
İsteyen alıp bakabilir:
Ne dediysem, öyle oldu…
Daha da ilginci, “Suriye’nin toprak bütünlüğü” konusunda ABD de benim savunduğum çizgiye geldi!
Artık çok geç mi, değil mi, bilmiyorum…
Bu saatten sonra, Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilir mi...
Kimyasal silahlarlın terörist grupların eline geçmesi önlenebilir mi...
İstikrarsızlığın, bütün bölgeye yayılması, İsrail’i ve İran’ı da işin içine sokacak, Rusya-Çin ile ABD’yi karşı karşıya getirecek çatışmalara yol açması durdurulabilir mi...
Bütün bu hengâme içinde, Türkiye’nin sıcak bir savaşa sokulması, tepemize bombalar yağması olasılığı nedir...
Ortadoğu’da kurulması planlanan “Büyük Kürdistan” Türkiye’yi nasıl etkileyecektir...
Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’la saptanan sınırları değişecek midir...
İçeride, rejim laik ve demokratik niteliğini koruyabilecek midir?
Kitabımda Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve barışçı bir dönüşümü savunmak yerine, sadece Esad’ın gitmesine odaklanan bir politikanın bütün bu olası karanlık sonuçlarını dile getirmeye çalışmıştım...
Şimdi ABD, Esad sonrası doğacak kaostan telaşlandı ve bunu durdurmaya çalışıyor...
Türkiye ise başındaki etnik terör sorununun komşu ülkelerden gördüğü desteğin yaygınlaşmasından korkuyor...
***
Dün Cumhuriyet’te üç çok ilginç yazı vardı:
Ergin Yıldızoğlu, ABD politikasının son birkaç günde nasıl değiştiğine, Esad sonrasında oluşacak tehdidin önlenmesi için doğrudan müdahale çağrılarına dönüştüğüne işaret ediyordu.
Erol Manisalı, Ortadoğu’daki değişimin iki hedefini, İsrail-Arap eksenli denkleme Kürdistan’ın eklenmesini ve bağımsız rejimlerin Müslüman Kardeşler öncülüğünde ABD nüfuzuna sokulmasını dile getiriyordu.
Orhan Bursalı da bütün bu değişimlerin Türkiye üzerinde beklenmedik sonuçlar doğuracağına değinmişti.
***
Aslında bu konuda, art arda yazdığım dördüncü yazı bu...
Üçüncü yazı, pazar günü, son mahkeme kararları üzerine, şimdiki yazının önüne alarak yazdığım Silivri yazısı olarak algılanabilir...
Çünkü o yazıda, Suriye ile Silivri arasında, AKP politikaları bağlamında oluşan organik ve siyasal ilişkiye dikkat çekmeye çalıştım.
İlk yazıdan itibaren Kadeş Savaşı üzerinde durmamınsa iki nedeni vardı:
Birinci neden Kuzey Suriye bölgesinin tarihsel ve stratejik önemine ve bölgenin istikrarsızlığına dikkati çekmekti...
İkinci nedense asıl odak noktam:
Kadeş aslında, Hititler ile Mısır arasında bir küçük krallık, bir kaledir ve buranın kralları iki büyük devlet arasında “tabi” (vassal) niteliğindedir.
Bu nitelikleriyle elden ele geçer, sürekli “metbu” (egemen, süzeren) değiştirirler.
Savaşın en önemli nedenlerinden biri, Hititler’in egemenliğine geçtikten sonra, Kadeş Kralı’nın öteki beylikleri de Mısır’ın egemenliğinden çıkıp Hitit egemenliğine girmeleri için teşvik etmesidir.
Söylemeye çalıştığım şu:
Türkiye, bölgede, iki imparatorluğun arasında ezilen bir “tabi”, bir küçük devlet olmamalı…
Ortadoğu politikasında, yol gösteren, arabuluculuk yapan, ABD ile Rusya-Çin-İran çizgisindeki çatışmayı kendi bilgisi, çıkarları ve bölge barışı için yönlendiren bir konumu benimsemelidir.
Asıl büyük strateji, “komşularla sıfır sorun” gibi, “Yeni Osmanlıcılık” gibi yanlış ve olmayacak politikaların peşinde duvara toslamak, dağılıp yok olmak değil, bağımsız ve özgür devlet niteliğiyle bölge ve dünya barışına katkıda bulunmaya çalışmaktır!
İşe, ABD’ye, Suriye devletinin yıkılmasından sonraki tehlikeleri ve “Ilımlı İslam” projesinin aracı olan Müslüman Kardeşler egemenliğinin uzun vadede, Afganistan örneğindeki Taliban ve El Kaide gibi, ABD’ye yönelecek bir terörizmin tohumlarını atmak olduğunu anlatmakla başlanabilir.
Çok mu hayalperestim acaba?
Yorum Gönder