Ergenekon davasında eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ savunmasını yaptı.
İşte o savunmanın tam metni:
"Ülkemizde yaşanan ve yaşanmakta olan olayları, ileride sebep sonuç 
ilişkilerine dayanarak yazacak tarihçilere yardımcı olmak üzere, ilk 
önce bugün burada bazı düşünce ve değerlendirmelerimi, tarihe not düşmek
 üzere ifade etmeyi, bir görev olarak kabul ediyorum.
BU ORDU YOKTAN VAR EDİLMİŞTİR
Yüce Türk Milleti,
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arakadaşları Türk Ordusunu, senin 
askerine karşı duyduğun güven ve sevgi üzerine inşa etmişlerdir.
Bu Ordu, senin güven ve desteğinle adeta yoktan var edilmiştir.
Bu Ordu, ülkenin riskler ve tehditlerle dolu jeopolitiğinde, İstiklal
 Savaşı’ndan bugüne kadar geçen sürede, canı ve kanı pahasına hiçbir 
fedakarlıktan kaçınmayarak, senin güvenliğini sağlamıştır.
Bu Ordu, böylece senin güvenine mazhar olmuş, gönlünde de şerefli bir konum elde etmiştir.
Türk Ordusu, “milli ordu”dur. Çünkü:
Vatanın her karış toprağından gelen vatan evlatları bu Ordu’da kendilerine yer bulabilir.
Bu Ordu’da ehliyet ve liyakat esastır. Irk, din ve mezhep gibi farklılıklar asla gözetilmez.
Bu Ordu’nun bütün personeli her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışındadır.
Bu Ordu’da er’den orgeneral/oramirale kadar herkes arasında ‘silah 
arkadaşlığı’ bağı, duygusu ve dayanışması vardır. Silah arkadaşlığının 
göstergesi de karşılıklı olarak duyulan ve gösterilen sevgi, saygı, 
güven ve vefalı davranıştır.
Bu Ordu, bu ülkenin ürettiği harp silah ve araçları ile donatılmayı hedeflenmiştir.
Bu Ordu’nun varoluş nedeni, sadece içinden geldiği Türk Milletine hizmet etmektir.
Türk Milletine hizmet etmek; senin kurduğun ve yaşattığın devletin 
bağımsızlığını, üzerinde yaşamakta olduğun toprakların bölünmezliğini ve
 Türk Milletinin, yani senin, bütünlüğünün korunması demektir.
Türk Ordusu, kendisine tevdi edilecek bu görevlere her an başarı ile yerine getirmek üzere hazır olmak zorundadır.
Bu nedenle, Türk Ordusu kendisini güçlü ve özgün kılan, milli ordu 
niteliğine ve kendi içindeki bütünlüğüne olabilecek her türlü olumsuz 
etkilere karşı dikkatli bulunmak ve gerekli görülen tedbirleri de 
zamanında almak mecburiyetindedir.
Bu sorumluluk ve görev de, öncelikle, Silahlı Kuvvetleri’nin Komutanı olan Genelkurmay Başkanına verilmiştir.
Türk Ordusunun, “milli ordu” oluşundan rahatsızlık duyanlar dün vardı. Bugün de varlar. Yarın da olacaklardır.
Onların yapacağı şey, Türk Milletinin, senin, Ordu’na duyduğun tarihi
 güven ve sevgiyi tahrip etmektir. Böylece Türk Ordusu, senin gözünde 
itibar kaybedecek ve kalbindeki şerefli konumu da yok olacaktır.
Nasıl mı?
Her şeyden önce, senin gözünde, bugün hala Türk Ordusunun darbe ile 
yatıp kalkan bir Ordu olduğu şeklinde bir algı oluşturulmalıdır.
Türk Ordusunun geçmişinde bulunan bazı olumsuzluklar da bu açıdan bir
 avantajdır. Bu avantaj kullanılarak yürütülecek psikolojik harekat ile 
istenilen olumsuz algı toplum üzerinde kolaylıkla yaratılabilir.
Onlar için, bugün Türk Silahlı Kuvvetlerinin hataları örten, suç ve suçluyu koruma durumunda olmaması hiç önemli değildir.
Aslında, Türk Ordusuna karşı bugün bilinçli ve kasıtlı büyük bir haksızlık yapılmaktadır.
2008 ile 2010 yılları arasında, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı çok kapsamlı asimetrik psikolojik harekat yürütülmüştür.
Asimetrik psikolojik harekatta büyük bir eşitsizlik söz konusudur. Asimetrik denilmesinin nedeni de budur.
Türk Ordusu büyük bir kurumdur. Yani büyük bir hedeftir. Faaliyetleri
 açıktır, alenidir. Büyük bir kurum için de, manipüle edilebilecek, 
istismar edilebilecek olayların bulunması zor değildir.
Böylece, karşı tarafın elinde çeşitli kanallardan kendisine servis 
edilen ve istismar, manipüle edilerek düzmece olaylar çıkartılmaya 
müsait pek çok bilgi olabilir.
Karşı tarafın elinde, her dakika kullanabileceği sayısız derecede iletişim araç ve imkanları vardır.
Bunlara karşılık, sizin ise hem iletişim imkanlarınız yok derecede 
kısıtlıdır, hem de her dakika konuşma fırsatınız, lüksünüz de yoktur.
Asimetrik psikolojik harekatta, size karşı yürütülen taaruzi harekata, savunmada kalarak istenilen sonuçları elde edemezsiniz.
Ancak, siz bir devlet kuruluşu olarak yalnız yasalar içinde kalmak 
zorunda olmayıp, aynı zamanda etik ve ahlaki kurallara da uymak 
zorundasınız.
Karşı tarafın ise bu konulara karşı zorunluluk duymadığı gibi, saygısı da yoktur.
Bu nedenle de biliniz ki; sıkı kuralları olan bir dünyada yaşayıp, 
kuralları olmayan bir dünya ile mücadele etmek hemen hemen imkansızdır.
ASILSIZ İDDİALARLA ASKERİ PERSONELE ADLİ YARGILAMA YOLU AÇILDI
Yürütülen psikolojik harekat ile istenilen algı oluşturulduktan 
sonra; sapla samanı karıştırarak, asılsız, hiçbir somut delile 
dayanmayan iddialar ileri sürülerek, askeri personele adli yargılama 
yolu da açılabilir.
İşte böylece, istenilenler tutuklanmış, istenilenler Türk Ordusundan, senin ordundan tasfiye edilmişlerdir.
Biraz önce ifade edilenleri sanki teyit edercesine, bu mahkeme 
tarafından tanık olarak dinlenilmesi kararı alınan, nedense sonradan 
vazgeçilen bir kişinin, 2008 yılı Ocak ayında bir gazetede çıkan 
yazısında1 söyle deniliyordu:
“Darbe planı revize edildi. 2008 yılının Şura’dan hemen sonraki 
ilk altı ayı hazırlık evresi, 2009 yılının ilk çeyreğinden sonraki en 
uygun takvim de eylem zamanı.”
Bu yazılana göre; ortada revize edilen bir darbe planı vardı ve 
Türkiye’de 2009 yılı baharında, birileri darbe teşebbüsü amacıyla cebir 
ve şiddet eylemlerine başlayacaktı. Ortada revize edilen bir darbe 
planının varlığından bahseden, bu kişinin, mahkeme tarafından tanık 
olarak dinlenilmesi kararı alınmasına rağmen, neden sonra vazgeçildi? 
Neden “nerede bu revize edilen darbe planı” diye sorulmasından 
vazgeçildi? Bu iddia, bu dava için önemli değil midir? Balyoz davası 
olarak bilenen davada, yaşanan, iddia edilen ‘Balyoz darbe planı’ 
fiyaskosu gibi bir olayın tekrarlanmasından mı kaçınıldı?
Peki, 2009 yılı bahar aylarında neler yaşandı?
Darbe amaçlı cebir ve şiddet eylemleri yaşandı mı? Hayır.
Ancak, 2009 yılı bahar aylarında başlayarak, giderek yoğunlaşan bir 
şekilde ortalığa; isimsiz ve imzasız ihbar mektupları, düzmece dijital 
veriler, gizli tanık ifadeleri saçılmaya başladı.
Bu durumu, gözaltına alınmalar, ifadeler, tutuklamalar, sayısız 
iddianameler ve takibi bile mümkün olmayacak mahkeme süreçleri takip 
etti.
Günün hangi saatinde, hangi televizyonu açarsanız, hangi gazeteye 
bakarsanız, mutlaka bu olaylara ilişkin bir habere rastlanıyordu.
Bu durum, maalesef bügün de devam etmektedir.
Yaşanılanlara bakılınca, 2008 yılı Ocak ayından kaleme alınan yazı 
ile kastedilenin, başka bir merkez tarafından tespit edilen bir eylem 
takvimi olup, olmadığı sorusu haklı olarak insanın aklına geliyor.
Gelin bu sorunun cevabı da bir köşe yazarının2, 17 Kasım 2009 günü 
yazdığı oldukça iddialı olan yazısında arayalım: Yazı 2009 yılı Ekim 
ayının sonunda Cumhuriyet Başsavcısı’na gönderilen bir ihbar mektubu 
hakkında idi:
“Ben size bir sır vereyim.
Hepiniz, hepimiz, hatta belki siyaset kandırılıyor.
Size söyleyeyim, ortada ‘ihbarcı bir subay’ falan yok.
Belgelere bakınca, görüyorsunuz ki, bunlar uzun zaman içinde toplanmış, farklı birimlerden, farklı dönemlerden belgeler.
Bunları tek bir subay toplamış olamaz.
Çünkü belgeler uzun dönemde, sistematik bir çalışmanın ürünü.
Belli ki bu belgeler zaman içinde TSK’dan dışarı çıkarılıp toplanmış, biriktirilmiş dosyalanmış.
Ama birileri toplum mühendisliği yapıyor ve bunları bize yavaş yavaş sızdırıyor, gündemde diri tutuyor.
Ve bence bu çalışmalar bir kişinin ürünü falan da değil. Bütün bunları toplayan, hazırlayan ve yazan geniş bir ekip var.”
Yaşanılan olaylar, yapılan değerlendirmenin ciddiye alınacak boyutta doğru olduğunu göstermektedir.
Olayların bir merkez tarafından planlandığını ve uygulandığını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Özellikle 2009 ve 2010 yıllarında, isimsiz ve imzasız ihbar 
mektuplarına, bir yerlerde hazırlanmış düzmece dijital verilere, gizli 
tanık ifadelerine dayanılarak, Türk Silahlı Kuvvetleri personeline 
yönelik ortaya iftiralar atılmış, suçlamalar ileri sürülmüştür.
Adete hakarete varan ifadelerle Türk Ordusunun tümü suçlu olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu durum elbette personeli tedirgin etmiş ve moralini olumsuz yönde etkilemiştir.
Bu haksız saldırılar karşısında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin korumasız
 bırakılmaması ve kamuoyunun doğru bilgilerle donatılması görevi, Türk 
Ordusunun Komutanı olarak Genelkurmay Başkanına aittir.
Ben de, bu yapılan haksız saldırılara karşı sorumluğum ve yetkilerim içinde kalarak, bütün gücümle mücadele ettim.
26 Haziran 2009 günü söylediğim gibi, elde mevcut olan duyumlar ve 
bilgileri de ilgili makamlarla paylaştım. Yapılması gereken hususlara 
ilişkin düşünce ve önerilerimi de kendilerine ifade ettim.
Ben yaptıklarımın bulunduğum makamın bana yüklediği görev ve 
sorumluluklar içinde olduğunu düşündüm. Bugün de aynı düşünceyi 
taşımaktayım.
Bugün ben terörle mücadeleye etkin biçimde katılan çok sayıda askeri 
personelin ve Cumhuriyetin kazanımlarının ve sorumluluklarının farkında 
olan çok sayıdaki aydının bu davada sanık olarak yargılanmalarını bir 
tesadüf olarak görmüyorum. Bugün 457 emekli ve muvazzaf asker 
tutukludur. Çeşitli dava ve soruşturmalarda 2000 civarında askerin ismi 
geçmektedir.
Balyoz isimli dava kullanılarak, Silahlı Kuvvetlerden çok sayıda 
askeri personelin tasfiye edilmesini tesadüf olarak görmüyorum. Bu 
sayılar bazıları tarafından önemsenmiyor olabilir. Ancak bu rakamın 
niteliği çok önemlidir. Bugünün ve yarının komuta kademelerinde yer 
alabilecek niteliklere sahip personel ordudan uzaklaştırılmıştır.
ORDUNUN ZAYIFLATILMASI TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN BEKASINI İLGİLENDİRİR
Aziz Milletim; buraya kadar size anlatmaya çalıştığım nokta şudur:
Türk Ordusunun zayıflatılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını ilgilendiren bir sorundur.
Bu durum sadece ve sadece düşmanlarımızı memnun eder.
Bugün ülkemizin birçok yerinde, kanunla tasfiye edilmelerine rağmen, 
sadece seçilmiş davalara bakmaya devam eden Özel Mahkemelerde yargılanan
 ve halen cezaevlerinde tutuklu bulunan, görevlerini yasalar 
çerçevesinde kahramanca yapmış olan silah arkadaşlarım; sizlerin çeşitli
 asılsız iddialarla suçlanmanız karşısında masum olduğunuza bütün 
kalbimle inanıyorum ve yaşatılan bu haksızlıkların kamu vicdanında da 
büyük yaralar açtığını düşünüyorum.
Değerli Silah Arkadaşlarım;
Türk askeri için; namus, şeref, vicdan, ahlak, karakter, vefa, cesaret vazgeçilmez niteliklerdir.
Atatürk’ün dediği gibi, Türk askeri fedakarlar sınıfın en önünde 
olmak zorundadır. Türk askerinin yaşamak için tek çaresi vardır. O da 
şerefini korumak!
Haksızlıklar karşısında eğilmediniz. Askine davrananların haklarıyla beraber şereflerini de kaybedeceğini çok iyi biliyorsunuz.
Bizim şerefimiz ve onurumuz, yaşadığımız adaletsizlikler karşısında bizim en büyük gücümüzdür, silahımızdır.
Bizler ve ailelerimiz için yapılacak tek şey de; şerefimizi korumaktır.
Türk Milleti, Türk Ordusuna karşı yapılan haksızlıkları artık fark etmiş ve anlamıştır.
Bütün yapılanlara rağmen, kamuoyu araştırmalarında, Türk Ordusu bugün de en çok güvenilen kurumların başında gelmektedir.
İşte bunun içindir ki; dün olduğu gibi bugün de Millet, Ordusuna sahip çıkacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN DOĞUŞU DEVRİMDİR
Yüce Türk Milleti;
Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve gelişimi bir mucizedir, bir devrimdir.
Bu mucize ve devrimi, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Anadolu 
halkına dayanarak, güçlerini oradan alarak gerçekleştirmiştirlerdir.
Onların kutsal amacı, Anadolu’da bağımsız bir devletin kurulması ve 
daha sonra da kanları ve canları pahasına bu mucizeyi gerçekleştiren, 
Atatürk’ün kendi deyimiyle, ‘Türkiye Halkı’ndan, bir milletin, Türk 
Milleti’nin yaratılmasıdır.
Anadolu topraklarından, etnik, dilsel veya mezhepsel farklılıkarına 
rağmen kaynaşan, bütünleşen bu halk, Atatürk’ün liderliğinde bu mucizeyi
 gerçekleştirerek, kendi arzusuyla, tarihte ‘Türk Milleti’ olarak yerini
 almıştır.
Üzerinde hür olarak nefes alınan ve verilen bir vatan parçasına ve bu
 topraklar üzerinde kurulan bir bağımsız devlete sahip olunamadan millet
 olunamaz.
Atatürk, Anadolu toprakları üzerinde kurulan bu son devleti, ebediyen
 var oluşunu sürdürebilmesi için, üç temel üzerine inşa etmiştir:
Ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet.
Ulus devletin varlığı, Türk Milleti’nin bütün bireylerini bir araya 
getiren, birbirine sıkı sıkı bağlayan, ortak paydaların korunması ve 
güçlü tutulması ile devam ettirilebilir.
Ortak kültür, ortak dil ve ortak menfaatler bizim ortak paydalarımızdır.
Bu ortak paydalar bizi, biz yapan değerlerdir. Ortak paydalar ortadan
 kalkarsa veya zayıflatılırsa geriye sen ve ben kalır. Bunun adı yok 
olmadır, bölünmedir.
Ortak kültür ve dile sahip olunması, bireylerin kendi kültürlerine ve
 ana dillerine sahip çıkmalarına ve geliştirmelerine engel olamaz, 
olmamalıdır.
Etnik kimlikler ne kadar herkesin şerefi ise, ortak kimlik de aynı şekilde herkesin şerefi olmalıdır.
Tarih boyunca kurulan, yok olan ve varlıklarını sürdüren bütün devletlerin ve milletlerin isimleri olmuştur.
Anadolu’da bir güneş gibi doğan ve parlayan devletimizin ismi Türkiye Cumhuriyeti’dir. Milletimizin ismi ise Türk Milleti’dir.
Bu isimler üzerinden fırtına kopartılmaya çalışılmasını anlamak mümkün değildir. Bu fırtınayı kopartanlara soruyorum:
Sizin gerçekten sorununuz bu isimlerle mi? Fransa’da vatandaşlara 
Fransız, Almanya’da vatandaşlara Alman denildiğini neden görmezden 
geliyorsunuz? Bu isimlendirme onların Fransız veya Alman milletinin bir 
ferdi, bireyi olduğunu göstermiyor mu? Türkiye için de durum aynı değil 
mi? Yoksa Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada farklı ve güçlü konuma 
getiren, Türkiye’ye özgün bir karakter kazandıran, Türkiye 
Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği üç temek direk olan ulus devlet, 
üniter devlet ve laik devlet yapısıyla mı?
Ortak kültürel değerlerin, dil birlikteliğinin zayıflatıldığı, milli 
menfaatlerin ikinci plana, bireysel ve kültürel menfaatlerin öne çıktığı
 bir ülkenin geleceğinden nasıl emin olabilirsiniz?
Küreselleşmenin en güçlü aktörleri kendileri ulus devlet yapılarını 
korurken ve sağlamlaştırmaya çalışırken, diğer ülkelerin ulus devlet 
yapılarını neden zayıflatmaya, ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar?
Dünyadaki federal devletlerin bağımsız devletlerin birleşmesi ile 
meydana geldiğini bilmiyor musunuz? Üniter devlet yapısından kendi 
içinde bölünerek federal yapıya geçen, Belçika dışında başka bir örnek 
verebilir misiniz? Amacınız Türkiye’yi Belçika yapmak mıdır?
Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi olan laiklik konusuna 
gelince, bireysel değerler açısından din elbette önemlidir. Ancak 
Anayasa’nın 24üncü maddesine göre kimse, devletin sosyal, ekonomik, 
siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına 
dayandıramaz.
Bu düşünceler içinde, 25 Ağustos 2006 günü Kara Kuvvetleri 
Komutanlığı devir ve teslim töreninde şu sözleri söylemeye kendimi 
mecbur hissetmiştim:
“Her zaman olduğu gibi, Türkiye üzerinde iç ve dış kaynaklı değişim 
projelerinin bulunduğunu görmekteyiz. Bu kesimler projelerinin önündeki 
en önemli engel olarak da Türk Silahlı Kuvvetlerini görüyorlar. Ordunun 
ulus devlet, üniter devlet ve laik devlete yapılan saldırılara kayıtsız 
kalmasını istiyorlar.”
Aslında bu sözlerim yürürlükteki anayasa yükümlerinin savunulmasından başka birşey değildir.
Çünkü, yürürlükteki Anayasa, Cumhuriyet’in temel niteliklerini ve Devletin temel görevlerini net olarak ortaya koymuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasada kalın çizgilerle altı çizilen devletin temel görevi ise; 
devletin bağımsızlığını, ülkenin bölünmezliğini ve milletin bütünlüğünün
 korunmasıdır.
Bugün yaşananlar ve yaşamakta olduklarımız, 25 Ağustos 2006 günü yapmış olduğum tespitlerin doğruluğunu kanıtlamıyor mu?
BUGÜN SAHİP OLDUĞUMUZ HER ŞEYİ ATATÜRK VE SİLAH ARKADAŞLARINA BORÇLUYUZ
Aziz Milletim;
Ulus devlet yapısını koruyamadan, milletin bütünlüğünü koruyamazsanız.
Üniter devlet yapısını koruyamadan, ülkenin bölünmezliğini koruyamazsanız.
Laik devlet yapısını koruyamadan, demokrasiyi, insan haklarını korumayamazsınız.
Sosyal devlet yapısını oluşturamadan, insanlarınızı layık oldukları refah seviyesine taşıyamazsanız.
Hukuk devleti niteliğini, hukukun üstünlüğünü koruyamadan, devletin ve ülkenin geleceğine koruyamazsanız.
Her şeyden önemlisi bağımsızlığını koruyamazsanız, bugün sahip olduğunuz maddi ve manevi hiçbir şeyinizi koruyamazsınız.
Bugün sahip olduğumuz her şeyi, milletiyle bütünleşen Atatürk ve 
silah arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’nda verdikleri mücadeleye borçlu 
olduğumuzu unutmamalıyız.
Bugün sahip olduğumuz maddi ve manevi her şeyi koruma görevi, 
egemenliğin tek hakimi olan 7′den 70′e Türk Milleti’ni oluşturan, her 
Türk vatandaşına verilen bir vatandaşlık görevidir, vatan borcudur.
Aziz Milletim; yıllardır Bölücü Terör Örgütünün neden olduğu terör 
olaylarından olayı büyük acılar yaşadın, büyük fedakarlıklarda bulundun.
 Senin yaşadığın bu acılara son verdirilmesi bizim için hem birinci 
öncelikli bir görev hem de gönülden istediğimiz bir amaç oldu.
Güvenlik, ekonomik, sosyo-kültürel, psikolojik harekat, uluslararası 
alanlarda birbiriyle paralel ve koordineli olarak yürütülecek 
faaliyetlerle bu amacın gerçekleştirileceğine yürekten inandık.
Bu düşünceler çerçevesinde, bölücü terör örgütüne karşı yürüttüğümüz mücedeleye büyük bir kararlılık ve azimle devam ettik.
Türk Ordusu olarak biz bu yola baş koyduk. Binlerce can verdik, şehit verdik.
TARİH İLERİSİNE GÖRMEYENLER İÇİN ACIMASIZDIR
Aziz Milletim;
Dün olduğu gibi bugün de yaşadığın bu acılara bizi biz yapan ulus 
devlet, üniter devlet ve laik devlet yapımıza zarar verilmeden, son 
verdirilmesini gönülden istemekteyiz. Bunun aksinin düşünülmesi 
akıldışıdır.
Unutulmasın ki, bu üç temel nitelik, Türkiye’yi bölgesinde güçlü, etkin ve örnek kılmaktadır.
Türkiye tarihin bütün dönemlerinde dünyanın odaklandığı kriz 
bölgelerinin tam ortasında yer almıştır. Durum değişmeyecektir. Anadolu 
coğrafyasına ve bu coğrafya üzerinde yaşanan tarihe bakarsanız, bu 
coğrafya üzerinde ancak güçlü devletlerinin varlıklarını 
sürdürdüklerini, güçsüzlerin kısa sürede tarih sahnesinden 
silindiklerini görebilirsiniz.
Unutulmamalı ki, “Tarih ilersini göremeyenler için acımasızdır.”
Beni dinleyenlere seslenmek ve onları bir an için düşünmeye davet etmek istiyorum:
Sıçrayarak bir yerlere yükselmek, tırmanmak istiyorsunuz. Her şeyden 
önce ayaklarınızın yere sağlam basması gerekir. Zemin, yer sallantılı, 
dengesiz, dayanıksız ve güvenilmez ise sıçrayamaz, yükselemez, büyük bir
 ihtimalle de tökezleyerek düşersiniz.
Yaşanılan ülkedeki adalet sistemi ve uygulamaları da ülkenin zeminini, temelini oluşturur.
Mahkeme salonlarında, insanların gözüne çarpan ilk şey nedir?
“Adalet mülkün, yani ülkenin, temelidir.”
Temelin, zeminin sallanması bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir.
Böyle bir durumda toplum belirsizlik duygusuna kapılır, yarınlarına ilişkin güvensizlik ve emniyetsizlik duymaya başlar.
Bu duygular içine girmek, bir gemide sisler içinde yol alırken, her 
an sizi bekleyen aysberg olduğunu, ona çarpıp batacağınızı düşünmeniz 
demektir.
İşin kötüsü, siyasetçiler de denizde son hızla ilerlemekte olan gemiye hakim değildirler.
Eğer bir ülkede; bir Genelkurmay Başkanı görevi başında iken, aynı 
zamanda terör örgütü yöneticisi olmakla da suçlanabiliyorsa, yapılan 
kamuoyu araştırmalarında, örneğin Balyoz ismiyle bilenen davada olduğu 
gibi açıklanan mahkeme kararını adil bulmayanların ezici bir coğunlukta 
olduğu ve halen devam eden davalarda ‘suçlananların büyüdüğü’, ‘adaletin ise küçüldüğü’ görülüyorsa;
 toplum ve yetkililer bu yapılanlara ‘sıradan olay’ gibi bakmaya devam 
edemez. Biliniz ki kötünün en iyi dostu sıradanlıktır.
Sıradanlaşmaya son örnek, 28 Şubat soruşturmaya neticesinde 
hazırlanıp, ilgili Mahkemeye sunulan iddianamedir. Bu iddianame ile 103 
kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenilmiştir.
Türk adalet tarihinde, bu kadar çok kişi hakkında Türk Ceza Kanunda 
yer alan en ağır cezanın talep edildiği başka bir iddianame var mıdır? 
Bilmiyorum. Her halde yoktur.
Ancak işin önemli ve acıklı olan yanı, bu haber büyük tiraja sahip 
gazetelerin birinci sayfalarında hiç yer bulamazken, bazılarında ise 
birinci sayfalarında sadece bir sütunluk yer bulabilmiştir.
Bu durum düşündürücü olmaldır. Nedeni sorgulanmaldır.
Neden, artık Türkiye’de kişiler hakkında ağırlaştırılmış müebbet 
hapis cezasının istenilmesi kanıksanılmış, sıradanlaştırılmış bir olay 
haline dönüştürülmüş ise, bu durum Türk Adalet sistemi için bir 
felakettir.
Neden, istenilen ceza taleplerinin kamuoyu tarafından ciddiye 
alınmadığı ise, bu durum Türk Adalet sistemi için daha da büyük bir 
felakettir.
Bu durumdan, yasama, yürütme ve yargı erkleri ders çıkarmalı ve 
üzerlerine düşen gerekli yasal sorumlulukları artık yerine 
getirmelidirler.
Yargıda yaşanan olağanüstü uygulamalara eğer toplum sıradan bir olay 
gibi bakıyor veya ciddiye almıyorsa, o ülkede adalete duyulan güven ve 
inanç yok olmuştur.
Bu durum da ülkenin bir uçuruma yaklaştığının göstergesidir.
Görünüz ve anlayınız; köprüden önceki son çıkıştasınız.
5 Kasım 1925′de Ankara’da Adliye Hukuk Mektebinin açılış töreninde Atatürk şunları söylemişti, hatırlamakta yarar var:
“Milletimizi çöküşe mahkum etmiş olumsuz ve kahredici kuvvet şimdiye kadar elimizde bulunan hukuk ve onun takipçileri olmuştur.”
Adaletin, zeminin sallanmakta olduğu bir ülkede herkese düşen ortak görev bize göre şudur:
Dünyanın adil mi, adaletsiz mi olup olmadığı fark etmez, nasılsa öyle
 olduğuna göre, ben en iyi onun kurallarını en iyi işime gelecek şekilde
 kullanayım düşüncesinden sıyrılınız. Adil olmayan uygulamalara, ahlaki 
hislerinizi zedelediğini düşündüğünüz her şeye karşı, yasalar içersinde 
kalarak, mücadele ediniz, sesinizi çıkarttınız. Bağrınız ve deyiniz ki:
Hukuk ne kadar istismar edilerek kullanılarak kullanılsın, tarihin tekerleğini yargı marifetiyle tersine döndüremeyeceksiniz.
27 Mart 2012 günü yapılan duruşmada, ileri sürülen iddianameye karşı neden savunma yapmayacağımı şu sözlerle ifade etmiştim:
“Ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin 26ncı Genelkurmay Başkanıyım.
Dünyanın hiç bir ülkesinde hem ülkenin Silahlı Kuvvetlerinin 
Komutanı, hem de bir silahlı terör örgütünün yöneticisi olan Genelkurmay
 Başkanı görülmemiştir.
Bu suçlama hiçbir zaman kişisel suçlama olarak kabul edilemez.
Bu suçlama, gerçekte şahsım üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerine de yöneltilen ağır bir suçlamadır.
Bu suçlama ile bir Genelkurmay Başkanı’nın görev süresinin 
iddianamede, hukuken bu şekilde tarif edilmesi, siyasi açıdan da özel 
olarak düşünülmesi gereken bir sıra dışı durumu ifade etmektedir.
Bu suçlama, bu nedenle siyaseten devletimize de yöneltilen son derece ağır ve haksız bir ithamdır.
Hayatımda hiç hukuksuz davranmadım. Demokrasiye olan bağlılığımda 
ortadadır. Bu durum kamuoyu ve beni yakinen tanıyanlar tarafından da çok
 iyi bilinmektedir.
Bu nedenlerle bu iddianameye hiçbir itibarım yoktur.
Böyle bir iddianameyle, bir kişinin suçlanmaya çalışılması sadece, yetersizliğin bir komedisidir.
Genelkurmay Başkanlığı, devletin en önemli makamlarından biridir ve 
bu nedenle, Anayasa’nın 148nci maddesi bu makama da özel bir statü 
tanımıştır. Eğer şahsımla ilgili bir yargılama olacak ise, bu yargılama 
yerinin Yüce Divan olduğu açıktır.
Bütün bu nedenlerle, huzurunuzda savunma yapmaya zorlanmayı işgal 
etmiş olduğum makama ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı çok ağır 
haksızlık olarak görüyorum.
Bu inançla, bugün burada savunma yapmayacağım ve hiçbir soruya da cevap vermeyeceğim.
Türk Ordusunun üniformasını onur ve gururla taşıdığım 53 yıl boyunca;
 vatanıma, milletime, devletime ve orduma sadakatle hizmet ettim.
Aksini iddia edenleri bugün benim, yarın ise tarihin affetmeyeceğine inanıyorum.” demiştim.
Mahkemenizde neden savunma yapmayacağımı açıkladığım gün olan 27 Mart
 2012′den bugüne kadar bir yıldan fazla zaman geçti. Bu uzun süreçte, 
sanıklar ifade verdi. Bazı tanıklar dinlendi. Savunma tarafının tanık 
dinletme taleplerinin büyük kısmı ise reddedildi. Avukatlar ve sanıklar 
kimi zaman söz aldı kısıtlı sürede konuştu, kimi zaman ise hiç 
konuşamadı. Binlerce yeni belge geldi. Naip Hakim tarafından hazırlanan 
binlerce sayfalık rapor gibi. Beyanlar alındı. Binlerce sözlü ve yazılı 
talepler oldu. Dava dosyası birbiriyle irtibatsız 23 iddianamenin 
birleşmesiyle, 100 milyon sayfayı aştı.
Peki, bütün bunlardan sonra ne oldu?
18 Mart 2013 günü, savcılar hazırladıkları mütalaayı mahkemeye sundular.
Genel olarak bakıldığında görüldü ki; mahkemeye sunulan mütalaa adeta iddianamelrin bir tekrarıdır.
Yapılan savunmalar, savunmayı doğrulayan deliller iddianamelerde 
ileri sürülen iddialarda bir değişikliğe neden oldu mu? Hayır. Bırakın 
değişiklik olmasını, sanıkların lehlerine olabilecek ifade ve belgelere 
bile mütalaada yer verilmediği görüldü.
Hukuk devletinde, hakim ve savcılar da dahil hiç kimse, hukuka aykırı, keyfi işlem ve kararları nedeniyle sorumsuz değildir.
Oysa bu salonda:
-İlgisiz birçok iddianamenin birleştirilerek bir torba davanın 
yaratıldığını, bu şekilde sadece duruşma tutanağının bile onbinlerce 
sayfayı oluşturulduğunu, gerek kişiler gerekse tarihler itibariyle 
birbiri ile hiçbir ilgi ve irtibatı olmayan hususların bilinçli bir 
şekilde bir araya getirildiğini, böylelikle de savunma hakkının 
kullanılmasının güçleştirildiğini adeta fillen yok edildiğini,
-Yasama organının iradesinin dikkate alınmadığını, yasama organına 
karşı çıkan ve yeni düzenlemelerin amir hükümlerine karşı keyfi bir 
biçimde adeta direnen bir iradenin olduğunu,
-Sadece tutuklamalarını devamı hususundaki soyut gerekçelere bakıldığında dahi bu saptamamızın ne kadar doğru olduğunu,
-Ciddi sağlık sorunları bulunan ve telafisi mümkün olmayacak derecede
 zararlar görmüş insanların tahliye edilmediğini, aslında sadece bu 
tutumun bile, deyim yerinde ise bu davada öfke ve kızgınlığın hakim bir 
görünüm arz ettiğini,
-Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk, Prof. Dr. Ergun Özbudun 
ve Prof. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu’nun da aralarında bulunduğu konunun
 uzmanı birçok kişinin hakkımda bir yargılama yapılacak ise yerinin Yüce
 Divan olduğuna dair değerlendirmelerine, ve hakkımdaki suçlumalar 
karşısında tepkisi çok açık şekilde ‘akıl tutulması’, ‘savcılık ve 
hakimlik göreviyle bağdaşmaz’ şeklinde ortaya koyan Prof. Dr. İzzet 
Özgenç’in beyanlarına karşı adeta kulakların tıkandığını,
-Görevim nedeniyle şahsımı yakinen tanıyabilecek kişilerin gerek 
mahkemedeki gerekse kamuoyuna beyanlarının, iddia edilen, cebir ve 
şiddet kullanılarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya 
veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs 
suçunun yanlışlığını ve mesnetsizliği ortaya koymuş olmasına rağmen, 
bunların da ısrarla görmezden gelindiğini,
-Devletimize ve Ordumuza husumeti herkesçe bilinen, ellerinde 
Mehmetçiğin kanı olan, terör örgütü yöneticisi ve üyelerinin gizli tanık
 olarak dinlendiğini, bu suretle onların tanık, Türk Silahlı 
Kuvvetleri’nin ise sanık yapıldığını,
-Huzura getirilen ve gerek üstlendikleri görevler gerekse 
çalıştıkları dönem itibariyle dava konusu olayların açıklığa 
kavuşturulmasında ciddi katkıları olabilecek üst seviyedeki komutanların
 tanık olarak dinlenmesine yönelik talebin yasanın amir hükmüne rağmen 
reddedildiğini,
-Geçmişte yaşanan olumsuzlukları her fırsatta kullanarak, Türk 
Ordusunun her zaman siyasete müdahale eğiliminde olduğunu, Ordunun bir 
suç örgütü gibi davrandığı, personelinin ise bu nedenlerle suça 
bulaştıkları veya bulaşabileceklerine dair kamuoyunda algı yaratılmaya 
çalışıldığını,
-Bu iddiaları destekleyebilmek için; isimsiz ve imzasız ihbar 
mektuplarına, gizli tanık ifadelerine, bir yerlerde hazırlanmış düzmece 
dijital verilere, yasa dışı dinlemeye dayalı ve tahrif edilmiş telefon 
konuşmalarına; sorgusuz sualsiz büyük bir güvenle itimat edildiğini,
-Elde bunların da bulunmadığı durumlarda ise kanıtların olup 
olmadığına bakılmaksızın sadece niyet okumaları, varsayımlar ve 
yorumlardan hareket edilerek insanların suçlanmasından bile 
çekinilmediğini,
-En vahimi de, 26. Genelkurmay Başkanı olarak benim; bazılarına hoş 
görünmek için bugün burada değil, görevimin başında iken 25 Ocak 2010 
günü inanarak ve samimiyetle söylediğim;
“Türkiye 1960′lardan beri bazı olaylar yaşadı. Bugün artık o 
olayların geride kaldığını düşünüyoruz. Bu yaşananlardan herkesin kendi 
payına gerekli dersleri de çıkardığını görmekteyiz. Biz diyoruz ki, 
demokraside en önemli olan husus, iktidarların seçimlerle, demokratik 
yöntemlerle el değiştirmesidir”, aleni beyanımın kasten görmezlikten 
gelindiğini,
-Buna rağmen Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan benim görevim başında
 iken terörist, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ise terör yuvası ve amacının
 hükümeti ortadan kaldırılması veya görevlerini kısmen veya tamamen 
engelleme olduğunun iddia edildiğini,
Aslında, bir akıl tutulması şeklinde bu iddiayı ileri sürenlerin ve 
kabul edenlerin yaptıkları ile Türklerin bin yıllık devlet geleneklerini
 yerle bir ettiklerinin farkına bile varamadıklarını, büyük bir ibret, 
şaşkınlık ve üzüntü içinde gördük.
Bütün bu yaşananlar, 27 Mart 2012 günü savunma yapmamaya karar vermemenin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bugün de, aynı noktadayım.
İddianameye ilişkin düşüncem, mütalaa için de aynen geçerlidir.
Bir Genelkurmay Başkanı ve Türk Ordusu hakkında iddianame ve mütalaa 
ile ileri sürülen suçmaların, siyaseten devlete de yönetilen son derece 
ağır ve haksız ithamlar olduğu aklıselim sahibi herkes tarafından 
görülmüş ve kabul edilmiştir.
Gerçek durumu bütün çıplaklığı ile bilmelerine rağmen, çıkar 
ilişkilerindeki dengeleri koruma pahasına; bugün ortadaki bu vahim 
durumu, sonuçları ile birlikte anlamamakta ve görmemekte ısrar edenler, 
en azından vicdanen nasıl huzura kavuşabileceklerdir?
Bütün bu nedenlerle bu mütalaaya da hiçbir itibarim yoktur.
Bütün bunlara rağmen benden hala savunma yapmamı mı istiyorsunuz? 
Böyle bir dava sebebiyle karşınıza çıkarılmış olmam, benim için 
cezaların en büyüğüdür. Bu konuda size söyleyeceğim başka bir şey 
yoktur.
NE YAPACAKSANIZ BANA YAPIN BURADA DİMDİK AYAKTAYIM
Aziz Milletim;
29 Ekim 1938 günü Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Ebedi Başkomutanımız 
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Ordusuna gönderdiği mesajda yer aldığı 
şekilde, Türk vatanının, Türk Milletinin şan ve şerefini her türlü 
tehlikelere karşı korumakla görevlendirilen Türk Ordusunun, kendisine 
verilen vazifeleri her an ifaya hazır ve amade bulundurmak üzere, etmiş 
olduğum yemine sadık kalarak tüm varlığımla çalıştım.
Bundan da asla pişmanlık duymadığım ve duymayacağım.
Her zaman doğruların yanında olduğum ve hareket ettiğim için vicdanım
 rahattır. Gerçekleri bugün olmasa da tarih haykıracaktır. Tarih sussa, 
hakikat susmayacaktır.
Sözlerimi, tarihe bir not düşerek tamamlayacağım. Bunu da zorunlu bir görev olarak görmekteyim:
Eğer, internet andıçı adlı sanal davanın asıl amacı -ki ben öyle 
olduğunu düşünüyorum – Genelkurmay Başkanlığı karargahında benim komutam
 altında çalışan ve sadece yasal bir belge olan internet andıcı üzerinde
 parafeleri bulunan sivil memurundan orgeneraline kadar olan personelin 
adeta üzerine basarak; Genelkurmay Başkanına yani bana ulaşmak ise, bu 
silah arkadaşlarımı bırakınız, gitsinler.
Ne yapacaksanız, bana yapınız. Buradayım. Dimdik ayaktayım.
İlker Başbuğ"
Odatv.com
 

Yorum Gönder