Siyasal tarih, bazı iktidar 
sahiplerinin en masum demokratik  kitle istemlerinde bile savurdukları; 
“Ya yola gelirsiniz ya da biz,  anladığınız dilden konuşmasını biliriz” 
tehditleriyle doludur. Oysa  düşünsel nitelikli toplumsal muhalefetleri 
dinlemeyen yönetimlere,  bizzat demokrasiler ders verir. Türkiye’deki 
Cumhuriyet ve devrim  duyarlılığı içeren; akıl, bilim ve çağcıllıktan 
yana duruş ve önerileri,  şiddet ve tertip taşıyan “provokasyon” 
kategorisine sokmanın nesnel  mantığı da hiç yoktur.
Devleti
 saygın bir kurum konumuna getiren nitelik, tüm  yurttaşları için; eşit,
 adil ve nesnel hukuksal kıstaslara sahip  olmasıdır. Adaletin onuru da 
budur. Yoksa devlet; antidemokratik ve  buyurgan bir “zulüm”
 varlığı olmaktan öteye geçemez.  Kişi veya zümre otoritesi altında 
mutsuz ve umutsuz kitlelerin uyruk  olduğu kimliksiz yığınlara dönüşür. 
Baskıcı
 devlet; hukuksal içerik ve uygulamalara sırt çeviren,  özgürlüklere 
özensiz, hakları zedeleyen ve aydınlanmaya düşman kesilen  güçler 
yaratır. Adaleti, doğrudan etkilemeye çalışır. Siyasal  iktidarların; 
yürütme erkini hukuksuzluk öğesi olarak kullanmak  istemeleri ve “yargı bağımsızlığına” el atmaları, bu yüzden totaliter devletlerde fazlasıyla yer tutmaktadır. 
Hak ve özgürlüklerin gelişigüzel daraltıldığı, bireysel ve toplumsal güvencelerin olmadığı bir yapı; “polis” devleti statüsüdür. “Yasa” devleti
  de kamu yönetimi açısından başlıca kıyas değildir. Çünkü hukuka aykırı
  yasaları, buyruk altında ve irdelemeden çıkaran yasama organlarına 
sahip  nice ülkeler vardır. Öyleyse saygın yönetimlerin niteliği; 
evrensel  düzeyde kabul görerek, demokratik hukuk kurumlarının 
işlemleriyle  pekişmiş bir uzlaşma olan “hukuk devleti” anlayışını benimsemek olmalıdır.
 ‘Taksim’ ve toplumsal bellek 
Toplumsal yaşamda; demokratik insani değerlerin özgürlüklerle birlikte göz ardı edildiği yönetsel tutum, “ceberut”
  devleti yaratır. Zora dayalı tavır, dış ilişkilere de yansıyabilir.  
Ülke içlerinde halka göz açtırılmazken halk zararına dayatmalarla  
dıştaki çıkar kutuplarının boyunduruğuna girilebilir. Hatta  
sömürgeleştirilme programlarında, emperyalizmle birlikte saf  
tutulabilir. 
Türkiye’deki gündem, “Taksim Gezi Parkı” olaylarıdır.
  Çevresel duyarlılığı dahi kaldıramayan coplu, biber gazlı ve basınçlı 
 su sıkan güç, sabır bardağını taşırmıştır. Sorumluların zorunlu olarak 
 kabullendikleri; “ruhsal ve fiziksel orantısız saldırılara”, insanların katlanma dirençleri kalmamıştır. 
O
  zaman da ortada yurt ve ulus aleyhine yıllarca takınılan yanlışlık ve 
 haksızlıkların nedenlerini bir anda hatırlayan toplumsal bellek  
belirmiştir. Toplumsal belleğin bastırılmış anılarında, bugünlerdeki “Taksim Gezi” olaylarını
  Türkiye ölçeğine yayan ulusal bilinçaltı canlanmıştır. Halkın inandığı
  değerleri istismar ederek başa gelmiş ama halktan yana olmamışların  
serüvenleri çırılçıplak çıkıvermiştir. Yakın tarihe doğru geri giderek, 
 oralardan günümüze gelmek zorunludur. Hatırlayalım: 1950’ler sonrası İnönü’nün deyişiyle; “Din istismarının daniskası” başlar. Köy Enstitüleri kapatılarak kitlesel eğitim aydınlanmasına set çekilir. Milli eğitim, 3 Mart 1924 tarihli “öğretim birliği” esaslarından çıkarılarak, medreseleşme yoluna çekilir. 
Kore’de heder edilen “Mehmetçik” pahasına, “NATO”ya üyelik izni, ödül sayılır. Atatürk’ün onurlu “Sâdabat” ve “Balkan” paktları örnekleri dışında Ortadoğu’da İngiliz çıkarı için “CENTO”ya, Avustralya ve ABD güvenlikleri yüzünden de “SEATO”ya yanaşılır. Uluslararası eşitlik ilkesi terk edilir. Kurtuluş savaşı ruhuna ve “Kemalist” devrime aykırı hangi teslimiyet alanı varsa, gözü kapalı icra edilir. 
Halkçı-devletçi ekonomi kenara fırlatılarak vahşi liberalizme kucak açılır. “Denetimsiz piyasa” dönemi başlatılır. Özelleştirmeyle, kamu mülkü; yerli ve yabancı işbirlikçilere peşkeş çekilerek “sosyal devlet” tasfiye edilir. 
Diğer
  gelişmeleri de şöyle bir çırpıda sayarsak, saptadıklarımız ülke ve  
ulusa ancak zarar veren işlerdir. Onlar nelerdir? Sayalım: “Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” kavramları derin yaralar alır. Ulus-devlet, “T.C.” kimliğinde
  silinmek istenilir. Kıbrıs gözden çıkarılarak, sahte Ermeni soykırım  
savlarına güçlü bir ses çıkarılmaz. Köprü isimlerinde bile mezhep  
gerilimleri icat edilir. Haberleşme özgürlüğü yok edilir. 
Teokratik,
  ayırımcı ve eskinin dönek liberal cephe birliği, koruyucu siyasal  
ortamda Cumhuriyeti temelden örselemenin rahatça yolunu bulur. “Resmi ideolojiyi yergi” tanımlaması altında devrim karşıtlığı sergilenerek, kendi deyişleriyle: “Atatürkçülüğü çöpe atma” denemelerine girişilir. İtici ve hiddet dolu sert söylemler, devlet hiyerarşisinin resmi dili olur. İşte toplumsal bellek, böylesi nice birikimler sonucu taşar. 
Şimdilerde 
Topluma yönelik genellemelerle; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşuruz” teranesini yineleyenler, hangi dili konuşacaklardır? Demokratik kitlesel duruşa karşı sadece; “provokasyon” suçlamaları öne sürenlerin, yani sapla-samanı karıştıranların “anlatacakları dil” nasıl bir dildir? Şiddet ve tertipleri yadsıyan “idrak sahibi” binlerce
  düşünce insanını hedefleyecek baskıcı yöntemler, protestoları hizaya 
mı  getirecektir? Kastedilen bu mudur? Hukuk devletinde, düpedüz tehdit 
 olarak algılanacak böyle söylem bir olabilir mi? 
 Çıkar yol ve sonuç 
Atatürk’ün istediği: “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar,
  Cumhuriyet terbiyesiyle birlikte günümüze akarak Taksim’de temsil  
edilmişlerdir. Hak ve özgürlüklere toz kondurmak istememişlerdir.  
Yorulmuş ama ideallerini korumuşlardır. Çünkü devrimciler yılgın  
olmazlar. “Namus erbabının” takınacağı en etkili tavır; demokratik düşünsel ilkeleri kararlılıkla yansıtabilmektir. İşte saptanan da budur.
Ertuğrul KAZANCI Eğitimci-Hukukçu
 

Yorum Gönder