Gezi parkından sabaha karşı göz gözü görmez bomba saldırıları tazyikli sular ile yaka paça çıkartılmışlardı. Çok kişi çeşitli yerlerinden yaralanmışlar, bazıları hastanelere kaldırılmışlardı.
Can derdine düşmüşlerdi oradan oraya kaçışıyorlardı.
Çoğu gözaltına alınmış, değerli eşyaları da parkta kalmıştı.
Vatan zor durumdaydı. Aydınları, TSK ‘ın çok değerli komutanları, bilim adamları, gazeteciler hatta bir partinin onurlu, mücadeleci genel başkanı dahi sudan sebeplerle, uyduruk delillerle şüphe üzerine zindanlara kapatılmışlardı. Savunma hakkı bile tanınmıyor, engizisyon mahkemelerinde adeta bir tiyatro oynanıyordu. Hiç bir iddiayı kanıtlayamadıkları halde tümünü esir tutuyorlar, hükümler veriyorlardı.
Halkın bir kesimini yandaş medya ve iktidar yalanlarla uyutuyordu.
Sanki bir korku imparatorluğu yaratılmıştı.
Ortada kendini sultan sanan bir kişi emperyalistlerle işbirliği yapmış, Türkiye’nin canına okuyordu.
Muhalefet partileri bazen görmezden geliyor bazen de iş birliği içinde gibi görüntü veriyorlardı. İşler öylesine ilerlemişti ki bölünmez denilen vatanın bölünmesine kadar uzanmıştı.
Gençlik sessizdi veya öyle görünüyordu. Sonra basit, masum bir eylemden büyük bir patlama olmuştu. Türk Halkı, Türk’üyle, Kürt’üyle, Alevi’si, Çerkez’i, Arnavut’u bütün mozaik renkleriyle ayağa kalmıştı.
****
Yaraları henüz iyileşmemişken bu kahraman gençler, Mustafa Kemal’in askerleri vatanın her yanında şehir içindeki parklarda buluşmaya ve halk meclisleri oluşturmaya başladılar.
Değerlendirmeler yapıyorlar kararlar alıyorlardı.
İşte bu halk meclisleri toplantılarından ortak bir kararla Gezi Parkı eylemleri sırasında ölen üç sivil ve bir polisi anmak için 22.Mayıs saat 19.00 da Taksimde toplantı yapacaklardı.
Öyle yaptılar ve alanda toplandılar.
Ellerinde sadece kırmız beyaz karanfilleri vardı.
Orada konuşlanan polis ordusu ilk dakikalardan sonra komik bir anons yaptı.” Halka açık alanları işgal ettiniz lütfen bu alanı boşaltın.”
Gençlerin en demokratik hakları olan bu anma toplantısında henüz ne olduğunu bile anlayamamışlarken polis birden bire korkunç bir saldırıya geçiverdi. TOMA’larla asitli sular mı dersiniz, gaz bombaları mı dersiniz Allah ne verdi insanların üzerlerine yağdırmaya başladılar.
Bu gençler terörist veya vatan haini değillerdi.
Ne istedikleri belliydi. Bağımsızlık ve özgürlük istiyorlardı.
Öylesine şiddetli bir saldırı başlamıştı ki İstiklal Caddesine doğru can havli ile koşan gençlerin peşinden polis ordusu da Allah, Allah diye bağırarak peşlerinden koşmaya başlamışlardı.
Askerlerin harp sırasında Allah Allah diye güç aldıklarını biliyordum ama polislerin bu şekilde bağırmalarına ilk defa şahit oluyordum.
Sanki düşman kovalıyorlardı. Sanki bir savaş içindeydiler.
O ne hırstı? O ne kindi, anlamak mümkün değildi.
Aklıma Osmanlı dönemindeki padişahların yeniçerileri geliverdi. Padişahın Kapıkulu denilen Yeniçeriler piyade askerlerdi. Yeniçeriler kuruluşunda tamamıyla ''Bektaşi Ocağı'' geleneğinden gelen Türkler’ den oluşuyorlardı. Sonraları Osmanlının topraklarını büyütmesiyle birlikte alınan esirlerden 18-25 yaş arasında Hristiyan (devşirme) gençler iyi bir eğitimle Yeniçerilere katılmaya başlatılmıştı. I. Murat tarafından kurulan bu ordu Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde dünyanın en iyi ordusu haline getirilmişti.
19. yüzyılın başlarına gelindiğinde hemen hemen bütün savaşma yeteneğini yitirmiş bir başıbozuk topluluk görünümündeki Yeniçeri Ocağı II. Mahmut’un kararlı girişimleri sonucunda 1826’da ortadan kaldırılmıştı.
İşte bu Allah Allah nidaları ile gençleri kovalayan polisler 21. yüzyılda sanki halkın polisi değil de, padişahın kapıkulları olan Yeniçerileri çağrıştırmıştı bana.
Türk Polisi bu kadar acımasız ve haince kendi vatandaşına saldıramaz diye düşündüm. İnsan olayların içinde olunca o heyecanla anlamıyor ama televizyondan izleyince daha çok fark ediyor bu acımasızca saldırıları. Zaten böyle gaddar görüntüleri Halk TV, Ulusal Kanal ve bir iki televizyonun dışında hiç birisi göstermiyor.
Bir akşam Ankara’da polisler yine halka Azrail gibi saldırıyorlardı. Sanırım bir kişi sokaktaki çöp konteynerine veya ona benzer bir şeye saklanmış, nasıl başarmışsa dışarıdan üç beş polisin tüm uğraşlarına rağmen açılmıyordu. Biri gidiyor üçü geliyor polislerin, kutuya sopalarla vuruyorlar, tekmeliyorlar, uğraşıyorlar ama bir türlü açamıyorlardı. Tabi bu arada zinkaflı küfürlerde ediyorlardı mutlaka ama çekim uzaktan olduğu için ne söyledikleri duyulmuyordu.
Kutuyu bir türlü açamadılar. El kol hareketleriyle oradan uzaklaştılar.
Eh ya! Bu kadarına pes demiştim, pes. Yazıklar olsun şu başbakana. Kardeşi kardeşe nasıl düşman ediyor diye bende epey söylenmiştim.
Bir yazımda Türk Polisi mi bunlar acaba diye düşüncemi sizlerle paylaşmıştım. İşte o sıralarda Taksim’de amirlik yapan bir polisin İngilizce talimatlar verdiği basında yazılmıştı. Dün de basına “Ankara'daki Rixos Otel'de çekilen görüntüde üzerlerinde Türk polisinin giydiği üniformalardan bulunan ancak Arapça konuşan altı kişi kameralara yansıdı.” haberi düştü.
Başbakan Suriye’yi dağıtmak için ÖSO adında toplanan hapishane kaçkınlarına, katillere, yobazlara müthiş bir kredi açmıştı. Onlar kendi ülkemizde alikıran baş kesen olmuşlardı. Hatay çok rahatsızdı bu tiplerden. Evlerde bomba imalinden tutun, yedikleri yemeklerin paralarını ödemeyen, terör estiren polisimizi, askerimizi yaralayan adamlardı. Hatta bu adamların silahlarının bir gün bizlere döneceği bile düşünülmüştü.
İşte polisimizin aralarına karışan bu hainler neden olmasın diye düşünüyorum. Zira onlar da başbakanın kulları olmuşlar sanki. Her ay ceplerine bin, bin beş yüz dolar geçiyormuş nasılsa.
****
Başbakan her gittiği şehirde aynı nakarattan okuyor. Erzurum’da yine attı tuttu.
Benim polisim, benim valim, benim bakanım. (Bize bir şey bırakmadı.)Bir tek benim cumhurbaşkanım demedi. Bir gün bunu da söylerse hiç şaşmamak gerek.
Neyse sadede geleyim. Başbakan Erzurum’da ki mitingde yine dikildi ve Şimdi soruyorlar, “polise talimatı kim verdi” diye… Söylüyorum, ben verdim.
“İçişleri Bakanıma “24 saat içinde AKM’yi ve Cumhuriyet Anıtı’nı temizleyin” dedim. Dedi.
Soruyorum; Bu ülkenin meclisi, bakanları, muhalefeti neden var o zaman?
Nasılsa başbakan hiç birisini iplemiyor ve tüm kararları kendi alıyor ve sadece emir veriyor. (Sanki padişah mübarek. ) Haydi, o öyle yapıyor ama partisinden ne bir bakan, ne bir milletvekili onurlu davranıp kendilerinin ne işe yaradığını sormuyorlar.
Türkiye 11 yılda böyle bir Türkiye olmuş tek adamın diktatörlüğü ile yönetilir duruma gelmişti.
İşte, suskun sinmiş sanılan gençlik karanlıklara bürünen ülkeyi, Atatürk aydınlığına döndürmek için bugün panzerlere, gazlara, bombalara, kurşunlara karşı tam bağımsızlık ve Atatürk devrimlerinin korunması, yaşaması adına mücadele veriyor.
Büyük Atatürk’ün kendilerine emanet etmiş olduğu cumhuriyeti ilelebet nesilden nesile taşımaya ant içiyorlar.
(Dünyanın hayranlıkla izlediği bir gençliğimiz olduğu için ne kadar gururlansak azdır. Her birinin o tertemiz alınlarından öpüyorum.)
****
Bülent Arınç bugün bir toplantıda alaylı bir şekilde;
Yahu, Taksim’de bir pankart açmışlar, annesi çapulcu, babası ayyaş, çocuğu devrimciymiş dedi.
Çapulcu diyenin, ayyaş diyenin kendi başbakanının olduğunu unutmuş gibi.
Aslında bunlar asla unutmazlar ama halkı kandırmak için yapmayacakları yoktur. Bizler de artık gülüyoruz kandırmacalarına.
Onlar bu gençlikten anlamazlar ve anlayamıyorlar zaten. Çünkü beyinleri Ortaçağda kalmış .Kusura bakmamak gerek.
Sevgilerimle
TC.Tünay Süer
Yorum Gönder