Etki, tepkiyi doğurur.
Baskı ve şiddet, direnmeyi…
Zulüm, isyanı doğurur…
İstanbul Hükümetine ve İngiliz emperyalizmine isyan bayrağını açıp Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, işte bu nedenle “Asi olduk” demişti.
Geçmişte olduğu gibi bugün de egemen güçler, teslim aldıkları
kurumlara ve arkalarındaki emperyalist güçlere güvenerek ülkenin
kendilerinden sorulduğunu, her şeyi yapabilecek güç ve kudrette
olduklarını sandılar. Halkın okullarına karıştılar. Ailelerin çoluk
çocuk yapmasına karıştılar. Ormanlarını, derelerini madencilere,
HES’lere teslim ettiler.
Saraylar, köprüler için ağaçlara kıydılar…
Kendilerini Türkiye’nin tek hâkimi, tek karar makamı, alt edilemez tek gücü gibi gördüler…
Hitler de öyle sanmıştı bir zamanlar. Mussolini de…
Ama savaş sonucunda yenilgisini gören Adolf Hitler, 30 Nisan 1945’te,
Berlin’de eşi Eva Braun’la siyanür hapı içerek intihar etmişti.
Mussolini ise metresi ile birlikte kurşunlanarak, baş aşağı ayaklarından asılmış, günlerce teşhir edilmişti.
Zalimlerin unuttuğu bir şey var: Her şey karşıtı ile birlikte var olur. Her şey karşıtını içinde taşır.
Tarih böyle yazar. Bunun adına diyalektik denilir.
Patronun olduğu yerde işçi, haksızın olduğu yerde haklı, zalimin
olduğu yerde mazlum, zenginin olduğu yerde yoksul, sömürenin olduğu
yerde sömürülen, karanlığın olduğu yerde aydınlık vardır.
Sonsuza dek, “Hep bana, Rab bana” diyerek, halkın büyük bir kesimini açlık sınırının altında yaşatamazsın…
Sonsuza dek, esir aldığın yurtseverleri düzmece kanıtlarla, 25 kuruşluk CD’lerle Silivri’de, Hasdal zindanlarında tutamazsın…
Gün gelir, 200 binler 400 bin; 400 binler 4 milyon; 4 milyonlar 18 milyon olur ve senden hesap sorar…
Ülkemizde bu hesap sorma girişimi, ulusal bayramların yasaklanması
ile başladı. İslamcı iktidarın ulusal günleri, Atatürk’ü, Cumhuriyeti
tarihten silme çabası toplumsal öfkeye yol açtı ve direnişin başlangıcı
oldu. 19 Mayıs’ta gençler Samsun’a çıktı. Ardından gelen 29 Ekim’ler, 10
Kasım’lar, Silivri kuşatmaları Taksim Gezi Parkı direnişinin
İlk Kurşun’u, ilk adımıydı.
Günümüzde emperyalizm ve ortakları bir yandan Cumhuriyet, Kemalizm
yıkıcılığı yaparken, bir yandan da devrimin ve devrimcilerin oluşumuna
neden olmaktadır… Onun koruyucularını, savaşçılarını, yaratmakta, Tüm
halkı “Atatürk’ün askerleriyiz”, “Hükümet istifa”, “Tayyip istifa” sloganında birleştirmektedir.
Taksim’de halkın isteği ve iradesi dışında kurulmak istenen AVM,
Topçu Kışlası ve bunun için ağaçların kesilmeye başlanması bardağı
taşıran son damla oldu.
Günümüze gelinceye dek kırk parçaya bölünen, yaptığımız tüm çağrılara
rağmen birleşmeyen, birleşemeyen devrimci ve demokrat gruplar, RTE’nin
bu haksız, hukuksuz uygulaması karşısında bir bayrak altında toplandı.
Bütünleşti.
Bu oluşum karşısında AKP iktidarı da kendilerine isyan edecek,
saltanat arabasının tekerine taş koyacak ne varsa, kim varsa, hemen onu
yok etmek, etkisizleştirmek için kolları sıvadı.
Halkın üzerine sağanak gibi, tonlarca biber gazı, basınçlı su, kapsüllü bomba yağdırdı.
Haksızlığa, hukuksuzluğa, baskıya, şiddete yani kısaca siyasal İslam faşizmine direnen halka, RTE “Bir avuç çapulcu”, “Ayyaş”, “Alkolik” sözleri ile saldırdı. Ağzına geleni söyledi. Korkuyordu çünkü…
Korku yer değiştirmişti. Korkma sırası ona gelmişti.
İktidarda kalabilmek, muhaliflerini susturabilmek için kurduğu “Korku İmparatorluğu”nun temelleri sallanıyordu. 7-8 şiddetindeki deprem korku imparatorluğunu yerle bir etmişti.
Daha önce dinlenmek, izlenmek kuşkusuyla fısıltıyla konuşan halk artık “Atatürk’ün askerleriyiz”, “Hükümet istifa”, “Tayyip istifa” diye haykırıyordu.
Çekindiği adamın arkasından tencere tava çalıyordu.
En önde gençler vardı. Kadınlar vardı.
Dillerinde şarkılar, türküler, marşlar… Ellerinde kalem… İleride
yazılacak, söylenecek, anlatılacak olan Taksim Gezi Parkının
edebiyatını, şiirini, müziğini, karikatürünü, “Duvar yazıları”nı oluşturuyorlardı.
Karşılarında yeni işe alınan Fethullah’ın genç polisleri…
Efendilerine ve aldıkları dolgun maaşa layık olabilmek için gözüne
gözüne sıkıyorlardı kadınların, kızların, gençlerin, yaşlıların… Sivil
giyimlileri ortalarına alıp demir çubuklarla öldüresiye dövüyorlardı…
Gezi Parkı’nın kuşları, böcekleri, kedileri, köpekleri, dalları,
yaprakları da gaz bombardımanı altındaydı. Hastalanan kedilerin,
köpeklerin tedavisine koşan yine direnişçi insan dostları oldu.
Olaylara sadece imamın penceresinden bakıp, olayları sadece sandık
demokrasisinden gören, yorumlayan Recep Tayyip, tüm Türkiye’nin ayağa
kalkmasını anlayamıyordu. “Madem olay Gezi Parkı’dır, bununla ilgili
olmayan iller neden dâhil oldu?” diye soruyordu.
Gençlerin tüm Türkiye’nin “özgürleşmesi” yolunda canlarını ortaya koyduklarını, tüm etnik grupların ve dinlerin, mezheplerin birliğinden yana olduklarını anlayamıyordu.
Sağcı – solcu, Alevi – Sünni, Kürt – Türk onların umurunda değildi.
Onlar alanda namaz kılan direnişçilere zarar gelmesin diye çevrelerinde
koruma çemberi oluşturmuştu. Galatasaraylılar Fenerbahçe bayrağını,
Fenerbahçeliler Galatasaray bayrağını taşıyordu.
Sevgi, dayanışma, kardeşlik, dostluk çemberiydi bu.
Onlar buralara 27 Mayıs’lardan, 12 Mart’lardan, 12 Eylül’lerden geçerek gelmişlerdi.
Onlar Atatürk Gençliği idi. Onlar Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”sinde
kendilerine verilen görevleri yerine getirmek üzere ayaklandılar ve
kendilerine güvenmekte bir kez daha Ata’larını haklı çıkardılar…
Korku bitti artık. Korku yerini cesarete bıraktı.
Korku imparatorluğu çöktü. Direniş başladı. Birleşme, bütünleşme karşısında “Kürt açılımı”, “Barış süreci”
konuşulmaz oldu. Şimdi PKK’lı teröristler, iktidarın yedek silahlı gücü
gibi hareket ederek, alanlara inmeye çalışıyorlar. Verilen emir üzerine
APO posterlerini açıyorlar…
Halkın direnişini kırmak için…
Ama avuçlarını yalarlar…
Yorum Gönder