* Polis müdahalesi, dezenformasyon, birtakım kanaat liderlerinin beyin
damarlarını çatlatan zırvalarıyla hızla marjinalleştirmeye çalışılacak ve
muhtemelen “solcu ya da komünist olan üç beş çapulcu” diye adlandırdıkları bir
avuç insana mal edilecek olan bu büyük başkaldırı, laik, modern, etik toplum ve
etik siyaset arayışının yıllardır ilk defa yükselen sesidir.
Taksim direnişi başladığında, ben de sade bir vatandaş, yani yeni
tanımıyla bir çapulcu olarak sevinçle coşkuyla ve merakla karşıladım, gençlerin
bu apolitik başkaldırısını! Zamane gençleri ile ilgili kimi önyargılarımdan
dolayı biraz da mahcup, utanarak gittim Gezi Parkı’na. Ağırbaşlı bir şölen,
dayanışma, farklılıkların ortak sesi vardı parkta. Konuştuğum insanlar,
rastladığım öğrencilerim, kitaplarının, gitarlarının hatta akşamları oynadıkları
iskambil kâğıtlarının arasında katıldılar sohbete.
Özel hayatlarına, yaşamlarını güzelleştiren hemen her şeye yapılan
müdahalelerden, tehditlerden, düzenlemelerden bıkmışlardı. “Ona ne bizim
içkimizden, sevgilimizden, yatak odamızdan, kaç çocuk doğuracağımızdan”
diyorlardı.
Gitgide artan ahlak dayatmasını, Erdoğan’ın kişiliği
ile özdeşleştiriyor, bu totaliter keyfiyetten sıkışmış hissediyorlardı
kendilerini.
Bugüne kadar kültürlerinin, değer sistemlerinin doğal
parçası kabul ettikleri -başta Atatürk ve Cumhuriyet değerleri- hemen her şeye
karşı yürütülen sistematik olumsuzlaştırma, itibarsızlaştırma çabalarına karşı
verilen bir varoluş refleksiydi bu.
Bu dünyanın içinde sinema,
tiyatro vardı, sanat, müzik, heykel, ağaç vardı, içki vardı, aşkları, dışa
vurdukları sevgileri, başlarını örtme ya da örtmeme özgürlükleri vardı. Korumaya
çalıştıkları sokağın seküler aydınlığı, seküler rengiydi ve bundan vazgeçmemeye
kararlıydılar. Modern ve laik yaşamın aslında kendilerini de koruyan bir yaşam
zemini olduğunu anlayan türbanlılar da oradaydı. “Erdoğan’ın istediği biçimde,
istediği kadar Müslüman olmak” istemiyorlardı.
İnsanların yaşam
biçimlerindeki görünür farklılıklarına rağmen birbirlerine fiziksel ve sözel
müdahalede bulunmadıkları bir sosyal bağ, psikolojik ilişkisellik kurulmuştu o
parkta.
Yıllardır hükümetin “kendine ve kendinden olanlara yontma”
uslübuyla toplumun en azından yarısını yoksun bıraktığı huzur ve güven iklimi
vardı; belki de bu açıdan bir sosyal laboratuvara da dönüştü Gezi Parkı...
Bu gençlerin çoğu 90’lı yılların Y neslini temsil ediyorlardı ne de
olsa, otorite ve dayatmalara karşı kurşun yelekliydi onlar, sosyal medyanın
akışkanlığında bir tuş basımında kendilerini özgür hissetmeye, başka diyarlara
uçmaya, başka insanlarla buluşmaya hazırdılar. Yeter ki sistem ayaklarından
çekmesin!
Gitgide yozlaşan politikanın, çevreyi, eğitimi, yargıyı,
medyayı nasıl dönüştürdüğüne öfke duyuyor bunu -söylendiğinin aksine- sosyoloji
kitaplarına geçecek bir zekâ yansıması ile anlatıyorlardı dünyaya. Duyurmak
istedikleri “yeter be (!)” idi. Gezi Parkı ve ağaçlar da “bu yeter be”nin son
damlasıydı.
Şimdilerde acı, ateş, kan var Gezi Parkı’nda.
Abdülhamit’ten daha çılgın bir paranoya içinde olduğu artık kuşku götürmez bir
Başbakan ve efradının durulmaz öfkeleri akıl ve sağduyu ile ilişkisini kesmiş,
bu ülkenin geleceğini bombalıyor.
Belki de yakalananların yeni bir
darbe komplosuyla yargılanmalarının hazırlıkları da yapılıyordur. Türkiye
böylesi bir psikolojik parçalanmayı, böylesi basiretsiz ve haksız bir yönetimi
ne zaman(!) hak etti?
Polis müdahalesi, dezanformasyon, birtakım
kanaat liderlerinin beyin damarlarını çatlatan zırvalarıyla hızla
marjinalleştirmeye çalışılacak ve muhtemelen “solcu ya da komünist olan üç beş
çapulcu” diye adlandırdıkları bir avuç insana mal edilecek olan bu büyük
başkaldırı, laik, modern, etik toplum ve etik siyaset arayışının yıllardır ilk
defa yükselen sesidir.
Bu ses, toplumu dönüştürme sürecini sekteye
uğratacak, oyunu bozacaktır. Hükümetin yine din merkezli suçlama ve
saldırılarının özünde de tepkilerin bu içeriğinden korkuyor olması vardır.
Tarih, insan kişiliğindeki patolojilerin, sahip oldukları güçle
birlikte sistematik olarak nasıl açığa çıkabildiğinin, nelere yol açabildiğinin
ibret hikâyeleri ile doludur. Umarım bu süreç bu hikâyelerden birine daha gebe
değildir.
Prof. Dr. Tülay Bozkurt
Yorum Gönder