Torre di Lago’da Puccini Festivali
Geçen haftadan sizlere sözüm var: Torre di Lago’daki Puccini Festivali’ni paylaşıyorum… Önce biraz atmosfer:
İtalya’nın Toscana bölgesi… Uçsuz bucaksız uzanan bağlar… Üzüm ve şarap kokuları… Etrüsklerden kalma biçimleri yeniden yaratan eller ve köyler… Servilerle şekillenmiş tepeler… Bunları aşıp varıyorsunuz Torre di Lago’ya. Yani “Gölün kulesi”ne.
Minicik bir köy burası. Güller, begonvilyalar ve sardunyalarla bezenmiş. Tek tük suya uzanmış tahta iskeleler, önünde küçük kayıklar. Gölün çevresinde doğayı tedirgin edecek tek yapılanma yok. Bir iki küçük kahve, restoran, o kadar… Birkaç yüzyıl öncesinden kalma taş kule, taş kemerler… Taş kulenin eteklerinde kamışlar, sazlık, papirüsler… Bunların tümü sulara yansıyor. Zaman durmuş gibi…
Romantizmin Doruğu
Opera dünyasının son romantik bestecisi ve belki de en büyüğü Puccini, (1858-1924) hemen yakınlardaki Lucca kentinde doğmuş; ama yaşamının 30 yılını burada geçirmiş. Yukarıda özetlediğim doğa ile bestecinin doğası buluşunca ortaya çıkan sonucu ancak “romantizmin doruğu” diye taçlandırabiliriz…
Puccini, göle ilk görüşte vurulmuş, sevgilisi, (sonradan karısı) Elvira’yla buraya yerleşmiş, fırtınalı aşklarını burada yaşamış, esin perileriyle burada sevişmiş, büyük operalarını burada bestelemiş, ömrünün son demlerinde, hayalini, kendi operalarını bu gölde dinleme arzusunu yakınlarına açmış…
Puccini’nin ölümünden altı yıl sonra da 1930’da yakın dostların girişimiyle, bu gölün kıyısında, Puccini’nin müzeye dönüşmüş evinin önündeki meydanda, “La Boheme”, 1931’de ise “Madama Butterfly” temsil edildi. Ve böylece Torre Del Lago Puccini Festivali’nin tohumları atılmış oldu.
Her yıl 20 Temmuz – 20 Ağustos tarihleri arasında yineleniyor Puccini Festivali. Sahnesi gölün üzerine kurulmuş olan 3 bin 500 kişilik bir açık hava tiyatrosu var… Tiyatroya minicik bir köprüden geçerek ulaşıyorsunuz.
Bu yıl bir haftaya “Madam Butterfly”, “La Boheme” ve “Turandot” operalarını sığdırdım.
Verdi’den aldığı “mirası” daha da ileri götüren; gerçeklikten dışavurmculuğa, romantizme yönelen Puccini, İtalyan opera geleneğinde dramatik içerikle “melodik” yapıyı en ustaca harmanlayanlardan biri. Aryaların birçoğunun dillerden düşmemesini, her şeyden önce eserlerindeki armonik zenginliğe borçlu… Ama başarısını vokal çizgiyi sürekli yükselterek duyguların egemenliğine salıvermesi de söz konusu… Puccine’de melodiyi sürükleyen duygudur… Zaten bu nedenle onun operalarının birçok aryası tek tek, kendi başlarına da daha geniş kitleler tarafından sevilir .
Doğu’nun Çıkarması
Seçtiğim üç opera da kadın karakterler çevresinde gelişiyor. (Zaten Puccini’nin çoğu eseri öyle). İçlerinde dramatik yapısı en zayıf olanı “La Boheme”. Öteki ikisi “Butterfly” ve “Turandot” öykülerini Doğu’dan Japonya ve Çin’den alıyor. Dönemin “bilinmeyen, egzotik Doğu’ya merak, özlemi” de diyebilirsiniz…
Ancak benim vurgulamak istediğim, izlediğim her üçünde de uzak Asyalı sanatçıların önemli rolleri paylaşmalarıydı. Yakında tüm sahnelerde en çok onları izleyeceğiz. Gümbür gümbür geliyorlar!
Maestro Valerio Galli yönetiminde, Tokyo Operası’yla ortak yapımı “Madama Butterfly” ünlü Japon yönetmen Takao Okamura’nın rejisiyle sahnelenmişti. Okamura’nın yorumunda “kötü emperyalist cici Doğulu”dan çok, kültür farklılığı, inanç farklılığı vurgulanıyordu. Abartıdan, klişelerden uzak, düz çizgide ilerleyen, coşkusu az, “sakin” bir rejiydi. Müzik hep ön plandaydı. Bu yorumda iki muhteşem ses insanın ruhunu arındırıyordu: Soprano Saiko Ninomiya ve mezzo soprano Kimiko Suehiro .
“La Boheme” ise Hong-Kong Operası’yla ortak yapımdı. Puccini’nin gerçekçilikten uzaklaşıp romantizme yöneldiği, festivalin dev korosunun yer aldığı eser, benim gibi bir tiyatro ve opera tutkununun beklentilerini karşılamaktan uzaktı.
Giampaolo Mazzoli yönetiminde “Turandot” ise üçü içinde en mükemmel olanıydı. Sadece teması değil, kimi ezgileriyle de Uzakdoğu’yu çağrıştıran eseri İtalya’nın ünlü opera ve tiyatro yönetmeni Maurizio Scapparo sahneye koymuştu. Dekorlar, Strehler’in eşsiz tasarımcısı Ezio Frigerio’nundu. İkisinin işbirliğiyle “Art Nouveau” akımının tüm incelikleri gelip o büyülü sahneye egemen olmuştu.
Aşk ve iktidar çatışması boyunca İtalya’nın genç yeteneği Antonia Cifrone (Turandot); son yıllarda eleştirmenlerin olumlu ya da olumsuz çok söz ettiği Kyu Sung Park (Kalaf) ve Japonya’nın parlayan yıldızı Satomi Ogawa (Liu) izlemek, müziğin yüceliğine bir kez daha inanmamıza yetiyordu!
Müzik, nitelikli müzik, insanı ve toplumları geliştiren en önemli etkenlerden biri. Dilerim ülkemizi yönetenler de bunun bilincine bir gün varırlar!
Zeynep Oral/Cumhuriyet
Yorum Gönder