Balyoz adı verilen dava “yetmez ama evet referandumu”ndan sonra yenilenen Yargıtay’da.
Davada deliller değerlendirilmeye gerek görülmedi. Savunmalar
alınamadı. Avukatlar konuşamadılar. Kanıt olarak ileri sürülen seminere
katılmayanlar, o günlerde yurtdışında bulunanlar bile hüküm giydi.
Karar aşamasına geldiği söylenen “iddia edilen terör örgütü” gibi tuhaf bir ifadeyle anılan ama yandaş medyanın ısrarla “terör örgütü”
olarak damgalamakta sakınca görmediği, gizli değil açık bir sevinçle
karşıladığı davaya çevirdik şimdi yeniden gözlerimizi. Orada da evlere
şenlik “gizli” tanıklar uzun uzun konuştu, sanıklar 15 dakika bile konuşamadılar.
Ve artık uzatmamaya karar verdiler. Savcı esas hakkında
mütalaasını, hâkimler de pek yakında kararı okuyacaklar. Adalet hanımın
kapalı gözlerinden yaş süzülmeyecek mi peki, terazi elinden düşmeyecek
mi? Neden düşsün ki; “mülkün temeli”
sayılan adaletin özel yetkilerle donatılmış bir davasıdır bu da
nihayet. Ve uzak yakın tarihten biliyoruz; çok zalim olabiliyor o mülk.
***
Bu davada gazeteciler, aydınlar yargılanıyor. Yaşıyor olsaydı İlhan Selçuk sanık sandalyesinde oturuyor olacaktı. Mustafa Balbay oradadır, Tuncay Özkan oradadır, Profesör Yalçın Küçük oradadır. Doğu Perinçek oradadır. Bu “iddia edilen terör örgütünde”
rektörler, öğretim üyeleri terörist olmakla suçlanıyorlar. Bu davada
birbiriyle ilgisi, ilişkisi olmayan insanlar bir terör örgütünün üyesi
oldukları iddiasıyla yargılanıyorlar. Bu “iddia edilen terör örgütünde”
ille de kanıtlanmış olması gereken hiyerarşi yoktur, olması da
imkânsızdır, mantık dışıdır. Bu terör örgütünde ille de olması,
kanıtlanması gereken silah yoktur. Bu terör örgütünde ille de olması
gereken ideolojik birlik yoktur. Bu terör örgütünde Hrant Dink’i
tehdit edenlerle onun katlini lanetleyenler, Danıştay hâkimlerini
öldüren, yaralayanla o hâkimlerle laiklikte, demokraside aynı görüşleri
savunan insanlar “iddia edilen terör örgütü”nün
üyesi gibi gösteriliyorlar. Bu davada kişilerle iddia edilen eylemler
arasında illiyet rabıtası kurulamamış, buna gayret bile edilmemiştir.
Bu davada yargılanan arkadaşlarımız özgürlüğün sembolü oldular. Bu davayla bizim de özgürlüğümüz elimizden alındı. Türkiye’nin devasa bir hapishaneye dönüştüğünü tüm dünya bu davayla görmeye başladı. Yalan sırıttı.
Bu davanın siyasetin bir türü olduğunu cümle âlem öğrendi.
***
İşte bunun için yarın insanlar Silivri’ye gidiyor.
“Biz bu davayı anladık”
demek için gidiyorlar. Gidiyorlar ki, Mustafalar özgür olduklarını,
tarih önünde aklandıklarını bilsinler, gidiyorlar ki cesaret kazansın,
gidiyorlar ki Yağmur büyüdükçe babasının haklılığı küçücük elleriyle imzaladığı kitaplardaki harfler, kelimeler kadar dünyaya yayılsın.
Böyle davaların haklı sanıklarının yenildiği görülmemiştir, onun için “tarih bizi aklayacaktır” diye yazar kitaplarda. Silivri’de
yargılananları mahkûm etmek artık mümkün değildir. Tıpkı yine yarın
Çağlayan adliyesinde üç kere aklandıktan sonra müebbede mahkûm edilmek
istenen Pınar Selek ve daha pek çokları gibi.
Türkiye yeniden 12 Eylül günlerinin bir başka türünü yaşıyor.
Yurtdışında sürgün yaşayanların sayısı her geçen gün artıyor. Dünyanın
en büyük besteci ve piyanistlerinden Fazıl Say çok sevdiği ülkesinde hapsedilmek istendiği için gitmek zorunda kalmaktan söz ediyor.
Bütün bu çıplak gerçek için yarın Silivri dolsun taşsın. Gerçeği görenler yarın Silivri’ye gitsin, gazeteler bu gerçeği yazmaktan kaçınamasın.
Gerçek gün gibi ışısın...
Yorum Gönder