Batı’nın Kanuni Süleyman’da gördüğü
“ihtişam” Sultan’ın kişiliği değil, devletin zirveye varan rakipsiz
gücüydü. Duraklama ve çöküş işte o zirvede, devletin ölümsüz olduğu
yanılsamasıyla başladı. Hanların hanı, şahların şahı, dünyanın ölümsüz
imparatoru hakan, Françeska Kralı’nı kurtarmayı denedi ama kendi
kaderini değiştiremedi.
Muhteşem imparatorluklar birer ikişer
dağılır yıkılır; kendileri gider, adları tarihe yadigar kalır. Tarihçi
İbn Khaldun, devletlerle medeniyetlerin canlılar gibi doğup büyüdüğünü
ve çöküp dağıldığını söyler. Uzakdoğu’nun Çeng (Çin) İmparatorluğu’ndan
Mısır’a, Persler’e, Roma’ya, İslama, Cengiz Han’a, Bizans’a, “Üzerinde
güneş batmayan” Büyük Britanya’dan dünya varoldukça yaşayacağına
inanılan “ebedi devlet” Osmanlı’ya hepsi yıkıldı. Sovyetler Birliği
kendiliğinden dağıldı, ABD’nin günleri değilse bile yılları sayılı
görünüyor. Dünyamız, büyük ve güçlü devletlere belki dar belki büyük
geliyor. Nedenleri, BBC’nin yayındaki Dünya Tarihi’nde izlendiği gibi
çok farklı olsa da sonuç sanki hiç değişmiyor; bu tarih dersi
geçerliğini günümüzde de sürdürüyor.
Okul tarih kitaplarında,
Osmanlı Devleti’nin neden gerilediği sorusu, “Kimi sultanlarımızın hasta
ve deli olmaları, at sırtında elde kılıç, ‘dar’ül harbi’ fethe
çıkacaklarına, sarayda zevk ve sefaya dalmalarıyla” açıklanırdı.
Kuşkusuz öyleleri de vardı ama hepsi öyle miydi? Batı’nın Kanuni
Süleyman’da gördüğü “ihtişam” Sultan’ın kişiliği değil, devletin zirveye
varan rakipsiz gücüydü. Duraklama ve çöküş işte o zirvede, devleti
ölümsüz olduğu yanılsamayla başladı. Hanların hanı, şahların şahı dünya
ölümsüz imparatoru hakan, Françeska Kralı’nı kurtarmayı denedi ama kendi
kaderini değiştiremedi.
Bin atlı akınlar ve at sırtında fatihler
Ozanımız,
“bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” dizeleriyle o mutlu çağların
özlemini dile getirmişti; ama Doğu’nun büyük bilgeleri, “Ülkeler at
sırtında kılıçla fethedilir ama yönetilemez!” demişlerdi. Neden? Tarih
felsefesinin iman mı akıl mı, güç mü hukuk mu, özgürlük mü özerklik mi,
savaş mı barış mı tartışmalarına girmeden, hemen hatırlayalım ki atlı
göçebeler ve askeri fetihler çağı sona ermiş görünüyor. Güçlüler,
küçülen “dünya köyü”nde diledikleri gibi at koşturamıyor artık. Ülkeler
günümüzde roketlerle işgal ediliyor da helikopterle tahliye edilemiyor.
Devir devran değişti. Savaş kolay, barış zorlaştı. “Medeniyetler
çatışması” dünyayı korkuttu ama sindiremedi. Yükselen barış cephesi,
“savaşa hayır” diyor. Erkek egemen dünyanın kadınları uyandı ve Tanrı
adına insanlığı yönetmeye kalkanlara hak, hukuk, özgürlük ve insanlık
adına sömürnüye “hayır” diyor. Küreselleşen dünyanın ve iletişim
devriminin görülen hedefi refah toplumu olmadı ama belki barış ve
özgürlük olabilir.
Güçlü yöneticilerin güçsüzleri yönettiği bir
toplumda, güçlü efendilerin kullarından daha mutlu olmadığı biliniyor.
En otoriter olandan en demokratik ve en liberal topluma, siyasal
iktidarın temelinde güç değil halk desteği, hak ve hukuk var. Ata
yadigarı “Adalet mülkün temelidir” sözü bugün de geçerli; yalnız mal-mük
için değil, hepsinin dayanağı olan devlet varlığı için. Birey için
sağlık ne ise toplum içinde en yüce devlet, adalettir.
Anadolu-Türk
hümanizmasının –insanlık idealinin– sözcülerinden, Mevlana Celaleddin
Rumi ünlü dörtlüğünde aynı görüşü şöyle aktarmış günümüze:
“Dünle beraber gitti, cancağızım
neler varsa düne ait, şimdi,
yeni şeyler söylemek lazım!”
Kahraman
atalarımızın, at binip kılıç kuşanarak dünyayı fethetmelerini bilmez,
küçümser değilim. Ancak at ve kılıçla fethettiğimiz o dünya geçmişte
kaldı. At sırtında kılıçla fethettiğimiz Rumeli’ye veda edişimizin ibret
verici öyküsü ekranlarımızda. Günümüzün dünyası, dinle imanla değil,
teknoloji, ideolojik eğitim ve emir kulu medya ile yönetiliyor.
Atalarımızın muhteşem başarılarını unutmayalım, yaşatalım; ama selatin
camilerinin minare/şerefe sayısıyla değil, yüzyıllar sonra saygıyla
anılacak sanat eserleri yaratarak. Rasathaneyi topa tutarak değil,
bilimi, sanatı ve felsefeyi yasaklayıp üniversiteyi medreseye dönüştürüp
çağdaş ülkelerden “müneccim” ithal ederek; selameti, “maneviyat
bakanlığı”nda arayarak değil. Sönen “asker ocağı”nın, Mısır Hidivi
karşısındaki yenilgilerini, meşrutiyetçi Mithat Paşa’nın düzmece
yargılamasını ve infazını, özetle, “Osmanlı’nın –geçmek bilmeyen– en
uzun yüzyılı”nı unutmadan...
Öyleyse n’apalım?
İslamiyeti
bilmedikleri gerekçesiyle ülkücü Platon’u, gerçekçi Aristoteles’i
küçümseyip Hegel’in diyalektik tarih felsefesini, doğabilimci Darwin’in
evrim kuramını “metafizik” olarak dışlamadan, siyasal bilimci Marx’ın
yabancılaşma kuramını (komünizm diye) tarihe gömmeden... N’apalım? Tarih
öncesinden günümüze etik felsefenin izlediği ve önerdiği en yüce
erdem“kendini bilmek”tir. Sen “kendini [haddini] bil’mez isen bu nasıl
okumaktır?” Ey insan, dön kendine ve sor, sen kendini bilmeden, ötekini
nasıl yargılarsın?
Beğensek de beğenmesek de bildik dünyanın sona erdiğini izliyor ve seziyoruz.
Bilemediğimiz
gelecek, yaygın kaygılara yol açıyor. Ben de bilmiyorum ve kaygılıyım.
Sokrates de “tek bildiğim, bilmediğimdir” demişti. O günden bugüne,
bilemediğimiz bir geleceği inşa ettiğimizi öğreniyoruz.
Bilgin ve bilge Einstein da bilmiyordu ama insanlığı uyarmıştı:
“Layık olduğumuz ya da hak ettiğimiz bir geleceği inşa ediyoruz!”
Yorum Gönder