Abi acayip uçuyorum. Ha; kafam iyi de o yüzden değil. Havada uçuyorum, yazımı da uçakta yazıyorum. Haftada en az üç kere uçuyorum. Hem de erken saatlerde. Hani karga kahvaltısını yapmadan.
Yemeden yollara düşüyoruz, daha gün ağarmadan hava alanındayız. Aramalar başlıyor; paltolar, çantalar malum aletlerden geçiliyor. Kemerler, kol saatleri hatta ayakkabılar çıkıyor; aletin içinden çorapla camiye girer gibi geçiyorsunuz. Çantanızdaki gargaraya, şampuana, parfüme el konuyor, gözünüzün önünde çöp tenekesine atılıyor. Ya Allah, ya sabır çekiyorsunuz, tekrar giyiniyorsunuz, ikinci aramada hadi gene soyun. Öttün... Baştan, bir daha geç... Olmadı bir daha... Bacak araları, çorap yanları itina ile aranıyor. Önce popo, sonra ön taraf avuçlanıyor; ola ki kıçına bir şey sokup da geçirebilirsin diye. Peki, ön tarafı niye avuçluyorsunuz, diye soruyorum. Yanıt: “Gerçekten o mu yoksa, başka bir şey mi geçiyor cihazdan...”
Bu hafta Trabzon’a uçarken, ellenmedik tarafımı bırakmadılar. Tırnak makasımı dahi aldılar. Tepem attı. Çantamda bulunan Soner Yalçın’ın “Samizdat”ını ve Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” kitaplarını çıkardım. Esas bunları alın, dedim. Günümüzde en tehlikeli şey bunlar...
Okuyan insan, rezaleti gördükçe uçağı da kaçırır, aklını da...
Düşünebiliyor musunuz, pilotun yanına giriyorsun, elinle aleti avuçluyorsun, diyorsun ‘çek Beyaz Saraya’. “Elimde pompalı tüfek var” ya da “elimdeki el bombası” diyorsun. Aslında havaalanında daha sağlıklı arama yapabilmek için, bir röntgen cihazı, bir de ultrason aleti yerleştirmek lazım. Hamile bir kadın mesela uçağa biniyor; ne malum karnındakinin bebek olduğu? Makineli tüfek olamaz mı? Ben uçak kaçıracak olsam, akşamdan bir bardak suyla Viktorinox çakı yutarım. Uçağın tuvaletinde çıkardığım çakıyla yallah pilot kabinine. “Oyalanma, çek Beyaz Saray’a, Obama beni bekliyor”.
Küçük paket halinde çamurlar var, kırtasiyelerde satılıyor; bu çamurlarla ufak biblolar falan yapabiliyorsunuz. Bu çamur geçiyor, serbest. Ayakkabı boyası da serbest... Uçakta, koltuğun arasında, çamurdan, kendi ellerinizle bir tabanca yapıp, ayakkabı boyasıyla siyaha boyadıktan sonra, doğru pilot kabinine... “Elimdeki tabancayı görüyorsunuz değil mi? Tamam anlaştık, çek o zaman Beyaz Saray’a”. Pilot, elinizdekinin gerçek silah değil de çamur olduğunu anlarsa, çamur atmak kolay. Herkese atabilirsiniz. Çamuru attıktan sonra da yerinize oturup yolculuğunuza devam ediyorsunuz.
Şimdi ister misiniz beni, uçak kaçırmak isteyenlere yol gösteriyorsun, diye tutuklasınlar. Olur mu olur, Türkiye burası...
Genellikle Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan Pegasus’la uçuyoruz. Havaalanına her gelişimde, korkarak başımı kaldırıp tabelasına bakıyorum. Oh, diyorum.. Çok şükür, hâlâ ismi Sabiha Gökçen...
Korkuyorum ismini değiştirecekler, diye.
Bildiğiniz gibi, Türkiye genelinde, ismi Atatürk olan her yerin adı değiştiriliyor. Başbakan Ulu Haşmetmeap, Atatürk’leri değiştirip annesinin, babasının ya da kendisinin ismini veriyor. Hadi ben hatırlatayım da, çorbada tuzum bulunsun. Malum, “Sabiha Gökçen” bir anlamda Atatürk’ün manevi kızı... Sabiha Gökçen ismini havaalanından ivedilikle kaldırtıp, Tayyip ustanın karısının adı verilmeli. Emine Erdoğan Havaalanı...
Silivri Komedyası
13 Aralık tarihinde, yani Ergenekon için karar gününde, ben de oradaydım. Sıkı sıkı giyindim; yün iç donu, yün fanila, kalın palto, atkı ve eldivenler. Hepsini giyince, bayağı bir ağırlaştım. Gaz yeme ihtimaline karşı da cebime iki limon soktum, gazı yiyince yüzümü yıkayabilmek için de bir şişe su aldım yanıma. Kuru soğanı da ortadan ikiye sıkarsanız, soğan da gaza karşı iyiymiş... Gülümsedim kendi kendime. Oldu olacak bir küçük hıyarla domates de alayım, çoban salata yaparım.
Şaka bir tarafa, evden çıkarken gözüm, kapının kenarındaki yangın söndürücü tüpüne takıldı. Şunu da alayım, dedim kendi kendime. Onlar bana gaz sıkarsa, ben de onlara yangın söndürücü püskürtürüm. Bir yokladım, ağırdı; vazgeçtim.
Yanıma yönetmen ve oyuncu arkadaşlarımı da aldım, erken saatlerde Silivri’deydim. Meğer millet geceden gelmiş, biz geç bile kalmışız. Bir kalabalık, mahşer... Otobüsler yolda dizi dizi duruyor kilometrelerce. Üzerlerinde, çeşitli illerin isimleri yazıyor. Dört bir yandan toplanmış halk.
Önceden biliyorum, iki girişi var Silivri Toplama Kampı’nın. İki girişe karşın, hiç çıkışı yok. Yolların bazısını jandarma tutmuş, içeri araba sokmuyor. Sanki bir ihtilal sabahına uyanmış gibiyim. Gene de yanaştım jandarmanın yanına. Komutan, kimseyi bırakmadım ama seni bırakırım, dedi. Kulağıma eğildi, bizim için de bağır, komutanlara selam söyle, dedi.
Arabayla bir yere kadar gelebildik. Arabayı bırakıp karıştık halkın arasına. Ana baba günü; herkes birbirine yapışmış durumda. İğne atsan yere düşmeyecek ama iğneyi de atamıyorsun çünkü kolunu kıpırdatman da mümkün değil.
Bir parmak yedim o sıra. Arkama baktım, bir vatandaş, kusura bakma Levent abi, dedi. Soğuktan burnum aktı da, mendil çıkarayım derken...
Yürüdükçe sıkıştık, sıkıştıkça yürüdük. Öyle bir an geldi ki, ayaklarım yerden kesildi, istediğim yöne değil de kalabalığın sürüklediği istikamete gittim. Barikatların önüne gelmişiz, barikatın bir yanında biz, öteki yanında jandarma. Benim ayağım hâlâ yerde değil. Ben de önümdekine istemeyerek bir parmak attım. Döndü bana, “biliyorum abi”, dedi. “Mendil çıkarıyordun, burnun aktı değil mi” dedi.
O sırada barikatlar jandarmanın, polisin üzerine devrildi; onlar da gaz sıkarak cevap verdi. Ön sıradaki dostlar afiyetle yedi gazı. Gaz, bana kadar ulaşamadı.
Dikkat ediyorum, gazı yiyenler, hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermiyor. Anlaşılan, bağışıklık sistemleri gaza karşı gelişmiş. Gazı yedikçe, daha da istiyorlar. Oradaki birisi anlattı; onda alışkanlık yapmış, nereden geçtiyse eline, bulmuş bu gazdan bir tane, haftanın belirli günlerinde kendi suratına sıkıyormuş. ‘Alışkanlık yaptı, arıyorum’ diyor; ‘içim istiyor’.
Kalabalık beni, bizimkilerin konuşma yapıp halkı coşturduğu kulübenin yanına kadar getirdi. Bir anda kendimi karga tulumba TGB Başkanı İlker kardeşimin yanında buldum. Nöbet kulübesinin sacdan çatısındayız. Kulübenin çatısı piramit biçimde, ıslandığı için de kayıyor. İlker Başkan, konuşabilmem için beni anons etti. Söz sırası artık bende, çatıda ayaklarım kaydıkça, ben step yapıyorum, halk da tempo tutuyor. Can havliyle “düşmeyelim” diye bağırdım. Halk hep bir ağızdan, “biz düşmeyiz, onlar düşsün” dedi.
Şaka bir yana, Tarık Akan, Mehmet Aksoy, Rutkay Aziz, Suzan Aksoy, üç-beş sanatçı dost daha ve ben, coşturduk halkı. Gördüm ki, o bentleri barikatları yıkan halk, gerekirse hapishane duvarlarını da yıkar ve yurtseverleri alır gider. Biz bir yandan slogan atıyoruz; yurtseverlerin içerden parmaklıklardan kelepçeli bileklerini görüyoruz, ardından seslerini işitiyoruz.
O gün Silivri’ye akın vardı. Belli ki, güneşin zaptı da yakın... Halkın, bıçak kemiğine dayanmış, tepesi atmış bir kere. Hâkimler, savcılar ne yapacaklarını şaşırmışlar korkudan. Günah çıkarma gayreti içindeler; “bize de anlayış gösterin” diye feryat ediyorlar.
Baş kaldırmış avukatlar; ‘söz istiyoruz’ diye. Hâkimler söz vermiyor. Avukatlar bağırıyor, milletvekilleri sıra kapaklarına vuruyor protesto amaçlı. Hâkimler attırmak istiyor avukatları ama ne mümkün. Robokoplar içeri girmişler, ellerinde biber gazı, sıkacaklar avukatlara; avukatların umurunda değil.
Onlar benim gözümde birer kahraman.
Daha önceki gidişlerimden biliyorum, içine girmiştim mahkeme salonunun, duvardaki yazılardan birinde, ‘sigara içmeyin, sağlığa zararlıdır’ diyordu. Ama biber gazı sıkmak serbest... Nöbetçi kulübesinin piramit çatısında step yaparken geçiriyorum bunları aklımdan. “Düşüyorum” diye bağırıyorum, halk hep bir ağızdan “Allah düşürmesin” diyor. Evet, bu durumdan kim utanmalı? Bunun hesabını kim vermeli? Cevabı belli. Bu hesaplar sorulacak ve verilecek, kimsenin şüphesi olmasın.
Ayşenur Arslan
Önce yayından kaldırılmıştı ‘medya mahallesi’; sonra yayına tekrar kondu. Ama bu kez, Ayşenur’un karşısına hükümet yanlısı bir de gazeteci getirdiler; Akif Beki. Akif Beki ebe. Yani laf ebesi... Ağzı laf yapıyor, ama bu laflar hükümetin çıkarına yapılıyor. Ayşenur sinirleniyor, küplere biniyor, izlerken ben de sinirleniyorum. Ama benim üstüne binebileceğim bir küpüm yok.
Sabah gazetelerinden haberler okuyor Ayşenur. Bir de Aydınlık Gazetesi çıkardı. Akif Bey; ‘hah’ dedi, ‘işte tam sana göre bir hareket. Nereden buldun o elindekini?’ Yanıt; Aydınlık Gazetesi bu...
Akif Bey; ‘Öyle bir gazete mi var?, Haberim yok’ diye sürdürüyor konuşmasını. ‘Dergi değil miydi o, yoksa el ilanı mıydı?’
Amacı, Aydınlık’ı küçümsemek. Aydınlık; Türkiye’nin en çok okunan gazetelerinden biri... Gönül diyor; dür, bük, sok Aydınlık’ı... Akif Bey’in cebine...
Ahmet Hakan da birini küçümsemek istediğinde, isminin yanına “falan” ekliyor. Aynı hesap...
Telefon çalıyor
Açıyorum, akşam HaberTürk’te bir tartışma programına çıkıp çıkamayacağımı soruyor ses. Akşam için Ulusal’a sözlüyüm, diyorum. Sonra katılamadığım bu programı arkadaşlarım bana internetten izletiyorlar.
Bedri Baykam, Mehmet Aksoy, bir dönek oyuncu ve bir de örtülü gazeteci kadın var. Akla hayale gelmeyecek kadar seviyesiz konuşuyor hükümet yanlıları. Bedri sinirlenmiş, ağzı köpürüyor. Sinirlendiği için, haklıyken haksız durumuna düşüyor. Mehmet Aksoy yatıştırmaya çalışıyor kendisini.
Bir ara, örtük gazeteci hanım Levent Kırca’nın ve Müjdat Gezen’in halkı aşağıladığını söylüyor, daha doğrusu yumurtluyor. Çünkü bu bir yumurta... Bizim için böyle bir şey söylemesi mümkün değil, çünkü biz halk sanatçısıyız. Halkın, başımızın üzerinde yeri var. Halk kutsaldır bizim için. Hangi düşüncede olursa olsun, ister açık olsun, ister örtük. Halk bizim velinimetimizdir. Orada yayında olsaydım, ağzına biber sürerdim o kızımızın...
Sanatçı politika yapar
Herkes politika yapar. Her vatandaşın kanuni hakkıdır bu. Doktordan, gazeteciden, mimardan nasıl politikacı olursa, sanatçıdan da olur, hatta daha iyi olur.
Ayrıca, politik sanat vardır. Politik tiyatro vardır. Sanat, sanat için olmaz. Sanat toplum içinse eğer, sanatçı da politiktir o zaman. Sanatçının doğasında vardır politika. İsteyen, politik sanatçı olmayabilir. O da onun bileceği şey.
Hayatın kendisi politiktir. Hani yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye bunu horoza da sormuşlar. Horoz şöyle demiş; valla ben işimi görür bırakırım, gerisine karışmam.
Yaşayan her insanın bir görüşü vardır. Bunu kimi söyler, kimi söylemez. Söyleyemeyen korkaktır. Söyleyen de politik davranmış olur, söyleyemeyen de. İkisi de politikadır ama bir tanesi doğrudur...
Yorum Gönder