“Dünya, kiri ile, pası ile sevmeye değer.” Böyle diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu.
Şair bir ruhun, hayatı ve insanlığı kucaklamaya doğru ilk atılımıdır bu.
Fakat bu ilk atılım, başka bir deyimle bu duygusal ve romantik ‘tatlı
dillilik’ evrensel olmak, yani bütün insanlığı bir ve aynı bilmek için
yeterli olabiliyor mu? Hayır! Sözden işe geçmek, ölümsüz Nietzsche’nin deyimiyle insanın çilesini çekmek gerekiyor.
Sevmek her zaman eylem olmayabilir ama çile daima eylemdir ve eylem
olmadan evrensellik olmaz. Çile, evrenselliğin belgesidir.
Pascal, “Evren insanı kuşatamaz, fakat insan evreni kuşatır” diyordu.
Pascal’ın Batı’da 17’nci yüzyılda ifadeye koyduğu bu düşünce İslam
mistikleri (sûfîler) tarafından 8. yüzyıldan itibaren tekrar tekrar dile
getirilmişti. Orijinalite kimin olursa olsun, mesaj önemli: İnsan,
evreni kuşatacak genişlikte bir düşünce kapasitesine sahiptir. Buna,
insanın gönlü diyoruz. Ve, gönlün kuşattıkları arasında ayrı gayrı
görmemek, her şeyi, en azından herkesi sevmek, saymak isteniyor. İşte,
evrensellik budur. Şiir kudretiyle çağların üstüne çıkabilmiş Yunus Emre
(ölm. 1320), espriyi, erişilmez bir sadelik içinde şöyle
ölümsüzleştirmiştir:
“Yaradılanı severiz Yaratan’dan ötürü.”
Yaratıcı Kudret’in insana ulaşan sözlü mesajlarının en son kaynağı olan
Kur’an, varlık ve oluşları, Yaratan’ın belirişleri, açılıp saçılmaları
(tecelli) olarak görür. Yaratılmışların en güzeli ve en kutsalı,
insandır. Bu yüzden insanı sevmek, kutsamak ve ona hizmet etmek
Yaratıcı’yı sevmenin şaşmaz belirtisi kabul edilmiştir. Burada altı
çizilmesi gereken şudur: İnsanı renk, dil, ırk, din, bölge vs. ile
kayıtlamak, Kur’an mesajına ters düşmek olur.
Tasavvuf, İslam Peygamberi’ni evrensel ruh (Ruh-i Âzam) olarak
nitelendirir. Bu düşüncenin dayanağı, Kur’an’ın Hz. Peygamber’i anlatan
ayetlerinden birindeki şu ifadeye ve onun Hz. Peygamber tarafından
sergilenen uzantılarına dayanır. İfade şudur: “Size dokunan her şey o Peygamber’i de rahatsız eder, üzer.” Anlaşılan
o ki, Kur’an’a sorarsanız evrensel ruh olmak tüm insanlığın acı ve
ıstıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını öz benliğinde
duyabilmeye bağlıdır. Yalnız hizbini, ırkını, bölgesini, yandaşını,
yöndaşını düşünenler evrensel olamaz.
DÜŞMANA BİLE İYİLİK DİLEMEK…
Taif’e gidiyor Hz. Peygamber, Arap Yarımadası’nın en
azılı putperestlerinin yaşadığı kente. Onları doğruya ve güzele
çağırıyor. Verdikleri karşılık, Hz. Peygamber’i taş yağmuruna tutup
vücudunu kanlar içinde bırakmak oluyor. Acılar içinde kıvranıyor Hz.
Peygamber. Yanındaki yol arkadaşı, ağlayıp yalvararak şöyle diyor Hz.
Peygamber’e: “Ne olur bunlara beddua edin.” Cevap şudur: “Böyle bir şeyi
yapmam. Onların soyundan putperestliği bırakacak insanlar gelecektir.”
Ve ellerini açarak şöyle yakarıyor: “Rabbim, benim şu topluluğuma doğruyu göster, ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
İşte evrensellik!
Sizi kanlar içinde bırakan putperestlere “Benim topluluğum” demek, bir
başka deyimle en azılı düşmanlarınızı bile kendi benliğinizden birer
parça gibi görecek ruh enginliğine ulaşmak.
Kolay iş değildir bu?
İslam tarihi, sadece cellatların, zebani ruhlu mollaların, siyaset
canbazlarının tarihi değildir. Dini, ‘yaratılanı Yaratan’dan ötürü
sevme’nin kurumu ve yolu olarak gören, şekil ve kalıba mahkûm olmamış
bir kadro evrenselliği, daha ilk günden başlayarak binlerce renk ve
desenle tekrar etmiştir. Hem de çoğu kez kanları ve canları pahasına.
Bazı kaynakların ilk halife Ebubekir’e ve 9. yüzyılın ünlü sûfîsi Ebul
Hüseyin Nuri’ye mal ettikleri, fakat pek çok sûfîde benzerini gördüğümüz
şu yakarışla noktalayalım yazımızı:
“Rabbim, eğer günahkâr kullarını, cehenneme koymaya karar
verirsen, onların hepsi yerine beni cehenneme koy ve vücudumu öylesine
büyüt ki, cehennemi doldursun ve diğer günahkârlar dışarıda kalsınlar!”
Yorum Gönder