Ülkeme şöyle bir baktığımda durum pek parlak değil, “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” sözü tam bizim için söylenmiş gibi. En iyisi ben size bugün hikâyeler anlatayım… Tanık olduğum hikâyeler…
Genç anne getirdiği armağanları özenle basma örtülü sedire yerleştirdi. Tam iki koca yıl bu anı düşlemişti. Geleneklerini, dilini bilmediği, yollarında şaşırdığı, insanlarını yadırgadığı o ülkede her gün binlerce çocuk paltosuna düğme dikerken hep bu anı düşlemişti. Bir yaşında, kardeşine bırakıp gittiği kızı Meltem birazdan içeri girecek, getirdiği ponponlu paltoya, ayakkabılara, bebeklere hayran olacak, koşup “canım anneciğim” diye boynuna atılacaktı.
Yeniden sedirdeki eşyalara baktı. En iyisinden, en pahalısından almıştı. Kızı, canı Meltem’e feda olsundu. Neredeyse geliverecekti. Kız kardeşi kendini karşılamaya gelirken onu komşuya bırakmıştı. Mutlaka büyümüştü Meltem. Konuşuyormuş da. Çok geçmedi kıvırcık saçlı bir baş odaya uzandı. Meltem bu. Ürkek gözlerle odaya bakındı. Anne kalktı yerinden: “Gel kızım bak, ben senin annenim, neler getirdim sana bak.” Meltem, ardından teyzesi odaya girdi. Anne getirdiği armağanları sunmaya başladı.
“Bak ne güzel palto, çok yakıştı sana. Şu ayıya bak. Bu ayakkabı en pahalısından ama sana feda olsun. Şu şapkayı da giy bakalım.” Anne sabırsız, bütün getirdiklerini giydirdi kızına. Sıcak odada çocuk terlemeye başladı. Anne öylesine coşkun bir sevinç içindeydi ki kızının gözpınarlarına biriken yaşları görmüyordu. Onun kızı, canı, Meltem’i ne güzel olmuştu. Dayanamadı kızına sarıldı: “Haydi Meltem, söyle bakalım, ‘anneciğim seni çok seviyorum, de’. Bak annen sana neler almış.”
Meltem ilk kez gördüğü, resimlerinden tanıdığı, bu kendisine durmadan bir şeyler giydiren kadına şaşkınlıkla baktı bir an, sonra koşarak teyzesine gitti, onun ayaklarına sarıldı. “Anne, sen benim annem değil misin? Ben seni seviyorum, anne. Onu sevmiyorum. Gitsin o.” Teyze bacaklarına sarılıp “anne” diye ağlayan Meltem’i kucakladı, dışarı çıkardı. Anne olanlar karşısında donup kalmıştı. Sedirde eşyalar karmakarışık, cansız duruyorlardı.
Ben türkü söylemekistiyorum
Ben Şengül’e nasıl rastladım? Sivas’ta. Bir terzide. Terzi kız yirmisinde yoktu. Yanında iki çırağı, yığınla kumaşın üstesinden gelmeye çalışıyordu. Terzi kızın evi Şengül’ün anneannesinin evinden iki ev ötedeydi. Az ışıklı dikiş odasında konuşuyorduk. Daha doğrusu ben elimde teyp sorular soruyordum, onlar yanıtlıyordu. İşte o sırada Şengül içeri girdi. Çıraklarda bir kaynaşma oldu. Fısıldadılar birbirlerine: “Şu Şengül bir şarkı söylese... Şengül Almanya’dan geldi... Çok güzel hem de Almanca söylüyor...”
Şengül nazlanmadı. Kabarık pembe elbisesinin kenarlarından tutup başladı bir şarkıya, ardından bir tane daha, ardından bir tane daha...
Susmuş dinliyorduk. Sivas’ın bu yoksul dikiş odasında Almanca sözcükler uçuşuyordu. Ansızın çırak kızlardan birinin ürkek, ince bir sesle çok bilinen bir türkünün sözlerini mırıldanmaya başladığını işittim. Ürkekti. Ondan yana döndüm, utandı. Başımla “neden” diye sordum. “Utanma söyle.” Güldü. Daha yüksek, daha güvenli başladı türküyü söylemeye. Çok geçmeden öbür çırak kız da katıldı türküye, terzi de ben de. Şengül susmuştu. Türküye başlayan kızın yüzü mutluluktan pembelendi. Söyledi, söyledi. Şengül sessizce ona bakıyordu. Sonra kalktı usulca yanına gitti. Çırak kızın boynuna sarıldı. Yarım Türkçesiyle “Bunu bana öğret. Bunun adı ne? Bunu söylemek istiyorum” dedi.
Yorum Gönder