Arapça Hulyâ’nın Türkçe anlamı “kuruntu”dur. Yani olmamış bir şeyin olacağını (olduğunu) sanmak; yersiz ve yanlış düşünce. Ham hayal! Gerçekle, gerçeklikle ilgisi olmayan bir düş!..
Ham hayal kuranları, ayak üzerinde düş görenleri uyandırmak bizim işimiz:
Başbakan ve benzerleri “Tarih”i fetihlerin övgüsü ve güzellemesi sanırlar. Bunun üzerine İslâm’ın (olmayan) hoşgörüsünü, Müslüman zorbanın adaletini, Aspasyaların Karaoğlanlar’a olan aşkını eklerler. Tam anlamıyla “lümpen” edebiyatı. Oysa gerçek tarih bir dönemin toplumsal ve ekonomik tarihidir. Örneğin, Muhteşem Süleyman’ın görkemli doğu seferi devletin yıkılışını hızlandırmıştır. Aynen böyle olmuştur!
Gerçek tarih
“Gerçek Tarih”ten bir örnek vermek için, Prof.Dr. Mustafa Akdağ’ın Cem Yayınevi tarafından 1974 yılında yayınlanan“Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi”nin 2.ciltinin (1453-1559) 395-474. sayfaları arasındaki bölümden aktarmalar yapacağım:
Konya Selçuklu Devleti’nin 1250’den sonrası döneminde Anadolu büyük bir geçim zorluğu yaşamaya başladı. Altın ve gümüş sıkıntısı dayanılmaz bir durumdaydı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin en görkemli döneminde bile sürdü. Fatih’in İstanbul’u almasına, devlet topraklarını Rumeli’de genişletmesine, Yakın Doğu’da dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurmasına karşın, ekonomik ve özellikle de malî çarkın göstergesi olan akçe bir türlü sağlam ve değeri kararlı para durumuna gelememişti. Devletin askerî ve siyasi alanlarda o zamana kadar benzeri görülmemiş gelişmeler kaydetmesi, ekonomisini de dünyada birinci yapmaya yetmemiş, dahası bir ara zengin gibi görünen devlet hazinesi sık sık karşılaştığı altın ve gümüş darlığı belasını bir türlü başından atamamıştır.
Bu bela Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar devam edecek, borçları ödemek Cumhuriyet’e kalacaktır.
Bu nasıl yükselme dönemi?
Yavuz Sultan Selim’in tahta geçtiği sırada akçenin değeri iyice karıştı. Saltanat yönetimi piyasadaki altınların akçe değerlerini belli sayıda tutamaz oldu. Yavuz Sultan Selim’in paraya gücü yetmedi, hükmü geçmedi.
Muhteşem Süleyman döneminde de durum değişmedi, tam tersine daha da kötüledi. Piyasada dirhemi değişik birkaç sikke vardı. Kimileri ağır akçeleri toplayıp İran’a gönderiyordu. İstanbul’dan doğuya, Bağdat’a ve Hindistan’a doğru gidildikçe gümüş, altın ve mücevherat eşyası Osmanlı kentlerinden daha fazla ettiğinden, kimi açık gözler buralardan topladıkları bu değerli madenleri Halep, Şam, Bağdat, Basra ve öteki doğu pazarlarında büyük kârlarla satıyorlardı.
Kimileri de devlet sikkelerinin kenarlarını kırparak gümüş elde ediyorlardı. Gündelik alışveriş yapan halk ve vergi ödeyiciler bu hilelerden dolayı büyük zarar görmekteydiler.
Kanunî Süleyman saltanatının ilk yıllarından itibaren başlayan akçe ve gümüş darlığını giderme çareleri aranırken, ülkeye dışarıdan ve özellikle de İran’dan gelen ticari mal karşılığında, gümüş en çok bu yana akmaktaydı. Bunun üzerine satıcıların sattıkları mal karşılığı olarak akçe ve külçe gümüş götürmeleri yasaklandı. Bu da sökmedi. Kaçakçılık ve rüşvet yolu vardı, daha çok işlemeye başladı.
1453-1559 döneminde dünyanın en kudretli siyasi gücü olan Osmanlı devleti, kendi iç dünyasında çoktan çökmeye başlamıştı.
Her şey tersine
Toprak genişlemesine, nüfus artışına karşın, örneğin hububat satışlarından ele geçen vergiler toplam olarak artmıyordu. Devlet hazinesinin kaynaklarından elde edilen gelirler ekonomik durumun koşullarına bir türlü uymuyordu. Bu nedenle malî darlığın yükü halkın omuzlarına biniyordu. Halkın gözünde devlet artık bir soyguncu idi. Devlet hayatında doğal olarak sürmesi gereken gelişme yerine, bunun tam tersi olarak, bir gerileme başlamıştı.
Kanunî’nin, malî darlık baskısı yüzünden aldığı kötü önlemlerden biri de, ulûfesi yükselmiş yeniçerileri yüksek timarlara aktarmak suretiyle kapıkullarına yeni bir yükselme yolu sağlamıştı. Ama Türk halkının devlet hizmetine katılma olanağı olan timarlı sipahiliğe yeni bir darbe indirmişti. Bu da Osmanlı’nın toprak düzenini bozmuş, çiftçi-köylüyü toprağını terk etmeye zorlamış ve ortaya “çiftbozan” denilen topraksız köylü kitleleri çıkmıştır. Çiftbozanlar’ın Celalî isyancılarına dönüştüğünü biliyoruz.
Osmanlı pazarlarının Avrupa ürünü malların istilasına uğramasını, vergi toplamada yapılan yolsuzlukları, devlet yönetiminde ve mahkemelerde saltanat kuran rüşvet düzenini sadece anacağız.
Peki çaresi?
Köylerde topraksız kalıp başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere göçen leventlerin sebep olduğu cinayet, hırsızlık, içki, fuhuş ve benzeri olaylar halkta büyük bir korku ve güvensizlik duygusu yarattı. Bu kötüye gidişin kökünde ekonomik nedenlerin yattığını düşünmek, tıpkı bugünkü gibi, o günün yöneten kafalarınca mümkün değildi. Bu nedenle, tıpkı günümüzde olduğu gibi, sorun dinsel yönden ele alındı. Ulema arasında İslâm dinini yorumlama tartışmaları başladı. Bu bakımdan, dönemin yönetici ve ulemasının R.T. Erdoğan’ın ecdadı olması çok doğal.
Muhteşem’in 1537 fermanı ile başlayan sıkı dinsel kovuşturmalar halk için dayanılması güç bir baskı biçimine dönüştü. Hele, 1548’de, R.T. Erdoğan’ın büyük atası Ebussuud Efendi’nin şeyhülislâmlığa getirilmesi, toplum hayatını dinsel baskı ile düzene sokma görüşünü sanki yasalaştırdı.
Çıkan ders
Osmanlı’nın yaşadığı bozgun deneyimi, toplumsal ve malî düzenin dinsel önlemlerle düzeltilemediğini gösteriyor. Bu nedenle mürteci yetiştirmek için okulları imam-hatiplere ve medreselere çevirmenin bir yararı yoktur. Halk önünde sonunda gerçeği görecektir.
Yorum Gönder