Tasavvuf ve İnsan - Yaşar Nuri Öztürk

İslam-Doğu’nun düşünce burçlarından biri olan İranlı Sadi, “İnsan nedir?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Bir damla kan, binlerce hasret ve problem.” Yaratıcı Kudret, bir avuç toprağın içine binlerce özlem, acı, coşku, problem ve kavgayı doldurup adına ‘insan’ demiş.

Tasavvufa göre insan, bir vasat-ı câmia yani toplayıcı ortamdır. Neleri topluyor insan? Zıtları topluyor: İyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer, sonlu-sonsuz… Bu yüzden, “İnsan, varlığın, didişme ve savaşmaya en fazla sahne olanıdır.” (Kehf, 54) İnsan, yalnız dışındaki dünya ile değil, belki ondan da önce, kendi içindeki dünya ile bir diyalektik sürdürüyor. İnsanın üstünlüğü ve erişilmezliği de bu diyalektikten kaynaklanıyor. Bünyesindeki, ‘zıtların çarpışması’nı saf dışı bırakırsanız insan, hiçlik oluverir. Bu yüzden, sûfî düşünce, ‘melek insan’ idealine karşıdır. Yaratıcı, meleklerin, insanın yaradılışına karşı çıktıklarını ve onu ‘kan dökücülük ve bozgunculukla’ suçladıklarını bildiriyor, fakat  bu suçlamaya karşı insanın tarafını tutuyor. (Bakara, 30) Kur’an, birçok ayetinde ‘tüm varlıkların insanın emrine boyun eğdiğini’ vurgulamaktadır. Böylece Kur’an, getirdiği dini, insanın evren karşısındaki zavallılığını ödünlemeye giden bir yol olarak değil; insanı, evrenin hâkimi olmaya götüren bir yol olarak önümüze koymaktadır.

İnsan, kalıbı ile ölümlünün, toprağın bir ürünü olmakla birlikte özü bakımından Yaratıcı Kudret’le aynıdır. Bu öze Kur’an, ilahî nefha (Yaratıcı’nın nefesi) demektedir. İnsan serüveninin temelinde, bu özün kendini ortaya çıkarma arzusu yatmaktadır. Hayat macerasının, diyalektiğin temelinde de bu vardır. Tasavvufun, çağlar önce dile getirdiği bu tespit, yüzyılımızda varoluşçu düşünürler tarafından ifadeye konmuştur. Fransız düşünürü Sartre, ateist bir beyin olmasına rağmen, şöyle diyebilmiştir: “İnsan, tanrı olma savaşı veren bir varlıktır. Daha doğru bir ifadeyle insan, derin bir ‘Tanrı olma’ özlemidir.”

Tasavvufun bu temel yaklaşımı bizi hangi pratik sonuçlara ulaştırır? Tasavvufta bu sorunun cevabı da çarpıcı ve sarsıcıdır: İnsan, artısı-eksisi, hayrı-şerri, güzeli-çirkini, kiri-pasıyla büyüktür, güzeldir ve yücedir. İnsanı bu karşıtlıkların sergilediği diyalektikten soyutlamak onun varlık yapısını tahrip etmek, anlamını ayaklar altına almaktır. Diyor ki İslam Peygamberi, “Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi.” Hz. Peygamber’in, bu sözüyle vermek istediği nedir? Herhalde, insanları kötülüğe ve günaha teşvik değildir. Dikkat çekilmek istenen şudur:

İnsan tekâmülünde sürçmenin, düşüp kalkmanın, hataların, isyanların, ters düşmelerin rolü inkâr edilemez. Din, bu sürçme ve ters düşmeleri, kendi terminolojisi içinde ‘günah’ diye anmaktadır. Demek olur ki, İslam Peygamberi gelişmenin, olgunlaşmanın, evrene egemen olmanın yolunu melek insan ideali üstüne değil, zıtların diyalektiğine sahne bir varlığın üstüne oturtmaktadır. Tasavvuf tarihini bilenler, bu kabulün çok ilginç belirişlerine tanık olurlar. Birçok büyük sûfî, hayatlarının belli dönemlerinde günahlar işlemiş insanlar olarak karşımıza çıkar. Ve onlar, diyalektiği hapsedecek tüm gelişmelere, adı ne olursa olsun hep karşı çıktılar. Bu yüzden, tasavvuf tarihini, Fransız düşünürü Garaudy ile birlikte ‘imanın destanlaşması’ olarak niteleyebiliriz.

TALİHSİZ İKİ GELİŞME

Bunlardan ilki, Muhammed İkbal’in eşsiz tespitiyle, Kur’an’ın dinamik ve anti-klasik ruhunu, statik ve spekülatif Yunan düşüncesine yenik düşüren harekettir. Bu hareket, Kur’an verilerini eski Yunan düşüncesiyle, özellikle Aristo metafiziğiyle bağdaştırmaya ve bu yolla ‘Kur’ansal değerleri klasik felsefe normları içinde ispat’a koyulan filozoflar faaliyetidir.

İkinci talihsizlik, Muhammed İkbal tarafından Mollaizm diye anılan ve Kur’an diyalektiğine eylem imkânı vermeyen katı kuralcılıktır. Ne yazık ki, tasavvuf gibi dinamik bir kurum bile, Hicrî 6. (m. 12’nci) yüzyıldan sonra İslam dünyasını saran tarikatlar aracılığıyla, bu katı kuralcılığa yenik düşme noktasına getirildi. 14’üncü yüzyıldan itibaren, tarikatlar, büyük kısmıyla, birer tasavvuf ekolü olmaktan çıkıp birer Mollaizm alt kurumu haline dönüştüler. İkbal, bu yozlaşmayı ifade için de bir terim tespit etmiştir: Pirizm, yani, şeyhperestlik.

İnsanı, Kur’an ve Hz. Muhammed öğretisinin amaçladığı yerine oturtmak ve Müslüman kuşakları inanç kaynaklarının erdirici ve eser bırakıcı iklimine sokmak için yeni bir diriliş hareketi kaçınılmazdır.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget