Şiddet (1)
Şiddet, kabaca “temel dürtü” ve/veya “varoluş gereği” savunma veya karşı savunma dışında başkası/başkaları üzerinde otorite sağlamak için diğerinin/diğerlerinin varlığını tehdit unsuru görerek onu/onları sindirmek için uygulanan zarar vermeye yönelik psikolojik bir davranış türü olarak tanımlanıyor.Şiddet, bizim toplumumuzun yabancısı olduğu bir görüntü olmamanın ötesinde yaşamın farklı alanlarında her gün yaşanan bir olgudur.
Şiddet, yaşandıkça, tanık oldukça “öğrenilen” ve “benimsenen” bir davranış biçimidir.
***
Toplumumuzda şiddet öğrenimi aile içinde başlayarak, okulda, kışlada, işyerinde, sokakta devam eden bir süreçtir. Bu sürecin kesintisiz yaşandığı toplumlarda bireylerin şiddeti olağan bir davranış biçimi olarak görmeleri doğaldır.
Toplumumuzdaki gibi şiddetin özdeyişlerle, atasözleriyle olağanlaştırıldığı bir başka ülke yeryüzünde yoktur sanırım.
“Dayak cennetten çıkmadır!”
“Kızını dövmeyen dizini döver!”
“Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!”
“Babanın/ananın vurduğu yerde gül biter!”
Öğretmene/ustaya: “Eti senin, kemiği benim!”
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir!”
“Testi kırıldıktan sonra dayak kaç para eder?”
Bu özdeyişler/atasözleri çoğaltılabilir. Buna gerek yoktur, çünkü şiddet uygulayıcılarının şiddet suçu işledikten sonra ileri sürdükleri gerekçelerin her biri bu dağarcığa yeni bir katkıdır.
***
Fakat anlaşılamaz olan aile içinde çocuğa, kadına; okulda öğrenciye, orduda askeri intihar etmeye kadar götüren şiddet ya da spor alanlarında, sokakta, karakolda tanık olunan şiddet karşısında duyulan şaşkınlıktır.
Toplumumuzun ezelden beri ayrılmazlarından biri olan şiddet gerçeği karşısında şaşkınlığa düşmek, kimse kusura bakmasın, insanın içinde var olan saklı şiddet duygusunu saklamaya yönelik bir sahtekârlıktır.
Bir davranış biçimi olarak toplumun derinliklerine uzanmış olan şiddet olgusunu köklerini kurutmak için sivil bir seferberliğe gereksinim vardır. Az sayıdaki sivil toplum kuruluşunun bu alandaki özverili çabaları toplum tarafından yeterince desteklenmemekte, dolayısıyla siyasal kurumlar bu yönde harekete geçirilememektedir. Bir toplumsal gerçeklik olarak şiddetten arınmak uygarlaşmanın ilk adımlarından biridir.
Devlet Şiddeti-2
Türkiye gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelerde öncelikli olan bireyler/yurttaşlar değil, devlettir. Önceliğin devletin varlığı durumuna gelmesi, kuramsal olarak devletin amacı olan ideal düzeni sağlama işlevini uygulamada ortadan kaldırır ve yurttaşlardan toplumun “birleştirici öğesi” olarak görülen ortak değerleri benimsemesini bekler. Bu ortak değerler, devleti yöneten egemen gücün/onun siyasal örgütünün topluma biçtiği değerlerdir. Devlet, bu değerlerin dışındaki inanç, düşünce, ideoloji, hayat görüşü, gelenekler gibi değerlere bağlılığı yok sayar.
Bu yok sayma ise baskı yoluyla ya da çıkarılan yasa ve konulan kurallarla toplumun dönüştürülme sürecini de beraberinde getirir. Sürece karşı koyan kesimler ise ötekileştirilir.
Otoriter devlet, sıkça yinelediği “demokratiklik” savına karşın konumunu güçlendireceğini bildiğinden denetimi altına altığı hukuk sistemi, eğitim sistemi ve medya gibi kurumlar aracılığıyla kendi ideolojisini benimseyen “yandaş yurttaşlar” yaratır. Devlet ideolojisi “resmi ideoloji” ile eşanlamlıdır.
Günümüz Türkiye’sinde devletin ideolojisi kapitalist üretim ilişkileri temelinde dışa bağlı milliyetçilikle desteklenen Sünni-Hanefi İslamcılıktır. Devlet iktidarını elinde bulunduran güç, işbaşına geldiği günden itibaren kendi iktidar çıkarlarını güçlendirme doğrultusunda, yukarıda belirttiğimiz süreçte azımsanmayacak bir yol almıştır. Bu süreç kaçınılmaz olarak devlet kaynaklı şiddeti de beraberinde getirmektedir.
Türkiye örnek alınacak olursa bugün, iktidar sahipleri tarafından “öteki” olarak değerlendirilen kesimler Kürtler, Aleviler, sosyalistler, muhalif medya ve iktidar yandaşlığına direnen herkestir. İktidar, bu ötekileştirilmiş kesimler üzerinde dolaylı ve dolaysız her türlü baskıyı uygulamaktadır.
BDP çevrelerinin verdikleri bilgilere göre yalnızca KCK soruşturması/davası çerçevesinde tutuklanan Kürt sayısı 10bine ulaşmıştır.
Alevilerin cemevlerini ibadethane olarak kabul ettirme istemleri Sünni-Hanefi Diyanet İşleri Başkanlığı fetvasıyla sürekli geri çevrilmektedir.
Sol örgütlerden oldukları bilinen yüzlerce öğrenci salt anayasada belirtilen toplantı ve yürüyüş haklarını kullandıkları, demokratik protesto gösterilerine katıldıkları için tutuklanmış, sonuçlanan davalarda ağır cezalara çarptırılmışlardır.
Cezaevlerindeki gazeteci sayısı açısından Türkiye dünya birincisidir.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ne var ki devlet kaynaklı şiddet toplumda “gizilgüç” olarak var olan karşı şiddet damarlarını besler. Bu, diyalektik bir süreçtir; her olgunun kaçınılmaz olarak kendi karşıtını yarattığı gibi şiddet de kendi karşıtını yaratır. Gün gelir, polisin, jandarmanın eline verilen ve gelişigüzel kullanılan biber gazı da yetersiz kalır. Bu ise hiç arzu edilmeyen, sonuçları vahim bir gelişmedir.
Bizim görevimiz iktidarı uyarmaktır; burada da bunu yapıyoruz.
Yorum Gönder