“Ölüm günü tabutum yürüyünce, şu dünyanın derdiyle dertleniyorum sanma. Bana ağlama, yazık, yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. Buluşma-görüşme zamanım, o vakittir benim. Beni toprağa tapşırınca elveda, elveda deme sakın. Mezar, cennetler topluluğunun perdesidir. Dolunmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya guruptan ne ziyan gelir ki? Sana dolunmak görünür ama doğmaktır o. Mezar, hapishane gibi görünür ama ruhun kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de çıkmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış bir sanıya düşersin?”
Böyle diyordu, çağları aşan sonsuzluk eri Mevlana Celaleddin Rumî. O yüzden, onun ölümüne Şeb-i Urs (düğün, şenlik, kavuşma gecesi) dendi. Bu deyim, zaman içinde Şeb-i Arûs şekline getirildi.
Şeb-i Arûs’u, “Bu gece dünya gebe kaldı, ebedi bir dünyayı doğuracak” diye ifadeye koyan Mevlana, 5 Cemâziyelahir 672/17 Aralık 1273 günü sonsuzluğa göçtü. 69 yaşındaydı. Ruhu, ayrıldığı bütüne, Yaratıcı’ya doğru kanatlanırken gün batmak üzereydi. Ruh, bineği olan cesedi terk etti ve Rumî’nin deyimiyle “nur, nura kavuştu.”
İnsan, Mevlana’ya göre, aslı ve can yoldaşı olan Yaratıcı’dan kopup bu noksanlıklar dünyasında bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yüzden, sûfîler insan hayatına sefer, hicret, seyr ve gurbet derler. Bir sürekli yürüyüştür hayat, bir sürekli koşuş. Beden bineğinde bulunduğumuz sürece, aslımız olan Yaratıcı’yı tam bilemeyiz; bilgilerimiz bir tür hayaldir. Dünya serüveni bitince, biz, beden bineğinden ayrılırız; Yaratıcı da hayal olmaktan çıkar. Mevlana bunu anlatırken: “Ben tenden soyundum; O, hayalden. Şimdi, kavuşmanın bahçelerinde salınıp geziyorum” diyor. O bahçeler, Mevlana’ya göre bir kamışlıktır ve biz de bir kamış parçasıyız. Oradan koparak bir ney olmak üzere bu âleme geliriz. O yüzden, bu dünyada insan, yürek delen ayrılık ezgileri çıkarmaktadır. Hayat dediğimiz, bir ayrılık hikâyesinden ibaret…
Sonsuzluk bahçesinden kopup gelerek bu dünyanın ıstıraplarıyla, kiriyle-pasıyla kucak kucağa yaşamak niçin? Cevabı şu Mevlana’nın: “Eğer çaresizlerin uyarılması görevini üstlenmiş olmasaydık, bu toprak dünyada bir an bile durmazdık.” Böyle bir görevle bu âlemde oturmak, böyle bir bilinçle bu yolculuğu sürdürmektir ki, insanı ‘ölümsüz’ yapar.
ÖLÜMSÜZ SALTANAT HANGİSİ?
Randevu isteğine aylar sonra cevap verdiği Selçuklu Sultanı ona sordu: “Benimle senin farkın nedir?” Mevlana’nın cevabı başlı başına bir ölümsüzlük beratı olduğu gibi, ölümsüzlüğün bir tanımıdır da. Şöyle dedi imparatorluğun sultanına:
“Farkımız şu: Senin saltanatın öldüğün gün biter, benim saltanatımsa öldüğüm gün başlar.”
Gerekçeyi de şöyle veriyor: “Ben o padişah değilim ki, tahttan inip tabuta bineyim. Benim saltanat beratımın üstüne ‘ölümsüz ve sonsuz’ diye damga vurulmuştur.” Bu damgayı beratlarına vurduranlar hep yaşarlar. Ama onların yaşadıklarını görebilmek de bir başka eriş ve oluş gerektirir. Onların, ölüm sonrasında nereye saklandıklarını iyi bilmek lazım. Bir ipucu veriyor Mevlana: “Ölümümüz ardından, bizim mezarımızı toprakta arama. Bizim türbemiz, sonsuzluk erlerinin gönüllerindedir.” Demek ki, Mevlanalar yeni yeni bedenlerde devamlı gelip gidiyor ama bunu fark edebilmek herkese nasip olmuyor.
Özü, sonsuzluk erlerinin gönüllerine giderken, cesedi Konya toprağına verildi Mevlana’nın. Her dinden, her ırktan, her renkten insan, ardından gözyaşı döktü. Çünkü o, hepsinin Mevlanası idi. Kimi onu Musa’nın, kimi İsa’nın, kimi de Muhammed’in bir belirişi sayıyordu. Bu yüzden, herkes kayba uğramıştı. Kedisi bile ağzına bir kırıntı koymadan bir köşede büzülüp kaldı. Tam yedi gün, aydınlıklar kadar berrak sahibinin ölümüne yas tuttu kedicik ve 7. günün sonunda açlıktan öldü.
Mevlana’nın ölümsüzlüğe geçen özünü kutsamak, daha doğrusu bu özden nasiplenmek için, cesedinin saklandığı türbenin çevresinde 7 asrı aşan bir zamandır el bağlıyoruz.
Mevlana, ölümsüzlük gibi saygındır. Hatırası önünde tâzimle eğilmeyi onur biliyorum.
Yorum Gönder