Neo-Liberalizm ve Şiddet - II - Ergin Yıldızoğlu

Araştırmalar, neo-liberalizmin hızla yaygınlaştığı toplumlarda, 1980’lerde, 90’larda, “depresyonun” egemen meslek hastalığı haline geldiğini ortaya koyuyor.
Bu araştırmalardan hareketle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, özellikle ABD ve İngiltere’de, Cognitive Behavioral Therapy (Bilişsel Davranışçı Terapi), Mutluluk Ekonomisi, “Nudge” teorisi gibi yaklaşımların geliştiği, devletlerin bu yaklaşımlar zemininde uzmanlar aracılığıyla bireyin iş ve özel yaşamına müdahale, yönlendirme çabalarını yoğunlaştırdığı görülüyor. Tüm bunlar neo-liberalizmin kriz yönetme tarzıyla, bu tarzın içerdiği paradoksla yakından ilişkili gelişmeler.
Bir ‘mutsuzluk makinesi’
Neo-liberal uygulamalar bir taraftan aşırı üretim krizine, talep yetersizliğine çözüm üretmeye, diğer taraftan, emeğin maliyetlerini düşürmeye yöneliktir.
Fordizmin maddi gereksinimlere yönelik, işlevsel tüketim tarzı artık doygunluğa ulaşmıştı. Yeni tüketim alanları bulmak, yaratmak gerekiyordu. Böylece asla doygunluğa ulaşması söz konusu olmayan hazlara (mutluluk vaadine) dayalı bir “hedonist” tüketim tarzı gündeme geldi.
Bu “hedonist” tüketim tarzının yaşayabilmesi için, metaların tüketiciye maddi gereksinimleri karşılayan işlevsel özellikleriyle değil, mutluluk vaat eden özellikleriyle sunulması gerekiyordu. Bu tüketim tarzı, tanımı gereği “mutsuzluğun” bir düzeyde üretilmesini (bu, hazlara yönelik tüketim açlığının üretilmesi anlamına gelecektir), yönetilmesini gerektirdi.
Bu bağlamda 1980’lerden bu yana giderek artan oranda, hızda, medya/kültür endüstrisinin, gözlemlenebilir ama gerçekte ulaşılamaz nesnelerin imajlarını üretmeye odaklanması, bu imajları taşıyan “ünlüler” kültürünün, “gençlik kültünün” patolojik düzeylere ulaşması, bu mutsuzluğun üretilmesine, yönetilmesine, metaların haz / mutluluk / gençlik vaat eden nesneler olarak pazarlanmasına ilişkindi.
‘Depresyon ekonomisi’
Bu madalyonun öteki yüzünde, tüketicinin tüketim arzusuyla ve kapasitesiyle aynı hızda artmayan ücretlerine karşılık gelecek gelirlerini şimdiden harcamaya, bunun için de giderek daha fazla kredi almaya teşvik edilmesi yatar.
Böylece sermayenin krizinin, ifadesi “aşırı birikim sorununun” finansal boyutuna da, bir kredi, balonu şişirme pahasına, büyük bir finansal patlamaya zemin hazırlasa da çare bulunmaktadır.
Bu iki gelişmeyi, neo-liberalizmin sosyal hizmetlerin, işçi haklarının tasfiyesine, iş güvenliğinin hızla ortadan kalkmaya başlamasına yol açan uygulamalarıyla birleştirdiğimizde, karşımıza depresyonu egemen iş hastalığı düzeyine yükselten ekonomik psikolojik dinamik çıkıyor.
Birey bir taraftan sürekli mutsuzluğu körüklenerek sürekli mutluluk arayışı üzerinden metaların peşinden koşmaya, tüketmeye, bunun için gittikçe borca batmaya zorlanır. Diğer taraftan, neo-liberal uygulamalara bağlı olarak bireyin işini koruma, sağlık, eğitim, çocuk yetiştirme, yaşlılık gibi alanlarda güvencesizlik duygusu artmaktadır. Böylece neo-liberalizmin mutsuz ve depresif insan tipi ortaya çıkar. Bu insan her an işini, borç yükünden dolayı evini, tüketim, mutluluk mallarına ulaşma kapasitesini kaybetme RİSKİYLE yaşamaya mahkûm edilmiştir. Bu birey yaşam kapasitelerini istediği gibi geliştirme olanaklarını giderek kaybetmekte olduğuna ilişkin ANKSİYETEYLE yaşamaya çalışmak durumundadır. Bu birey, var olan durumun bir başka seçeneği olmadığına, yalnızlığa, terk edilmişliğe ilişkin bir UMUTSUZLUKLA karşı karşıyadır:
Bu risk, anksiyete, umutsuzluk üçlüsü neo-liberalleşme sürecinde giderek yaygınlaşan “depresyon” olgusunun arkasındaki temel toplumsal dinamikleri oluşturur. Bu gözlemlerden hareketle, neo-liberalizmin “yapısal şiddetin”, “simgesel” alanında “olağanüstü” olarak tanımlanabilecek bir şiddet üretmekte olduğu söylenebilir.
İki konuya değinmeye yerimiz kalmadı. Bunlardan biri neo-liberalizmin, körüklediği, kredi köpüğüyle finanse ettiği hızlandırılmış tüketim hummasının, iklim dengeleri, gezegenin doğal kaynakları üzerinde oluşturduğu yıkıcı basıncın şiddet üretme kapasitelerine ilişkindi.
İkinci konu, neo-liberalizmin, yeni piyasalar, tüketiciler üretme kaygısıyla, hazlara dayalı tüketim tarzını, kimi zaman zorla soktuğu çevre ülkelerde yarattığı fiziki, kültürel, psikolojik yıkım kültürel (simgesel) şiddet, bu bağlamda neo-oryantalizmin yerel entelektüeller arasında yarattığı “siyah ten beyaz maske” olgusuna ilişkindi.
Ancak bu olgularla “başarısız devletler”, göçler, iç savaşlar ve “terörizme” kadar ulaşan yerel tepkiler arasında ilişki kurmak için hayalimizi çok fazla zorlamamız gerekmez diye düşünüyorum.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget