Sözde eleştiri, güya muhalefet (1)
Kimileri AKP iktidarının marifetlerini eleştirirmiş gibi yaparlar ama CHP’nin tek parti iktidarını yerden yere vururlar; cumhuriyetin kurucu kadrosunun yanında çanta taşıyıcısı bile olamayacak kadronun beceriksizliklerini, yolsuzluklarını güya ihbar ederken faturayı Kemalizme çıkartırlar. Üç gün, “sözde eleştiri” ve “güya muhalefet”e örnek saydığım iki yazıyı ele alacağım: Birincisi (bugün) Ahmet İnsel’in 7 Ekim 2012 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “Suriye Bataklığı” başlıklı yazısı; ikincisi (yarın) E. Fuat Keyman’ın aynı gazetenin aynı sayısında yayınlanan “2023’e Doğru” başlıklı yazısı. Sözcüklerin altına saklanarak nasıl “tutmalaşıldığı”nı göstereceğim:
‘Suriye bataklığı’
Ahmet İnsel sözde eleştirisi: “En sonunda Türkiye komşusuyla savaşma noktasına geldi. Böyle bir durumun ortaya çıkmasına, Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmeyen ama uzun bir sınırı paylaştığı Suriye’deki yönetime karşı başlayan halk ayaklanmasında alması gereken mesafeli tavrı korumaması neden oldu. Komşularla sıfır sorun politikasının vardığı bu durum, bahanesi ne olursa olsun, yürütülen dış politikanın büyük başarısızlığı. İflası da denebilir.”
Kıvırtmayan, harbi eleştiri metni: “En sonunda AKP hükümeti komşusuyla savaşma noktasına geldi. Böyle bir durumun ortaya çıkmasına, Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmeyen ama uzun bir sınırı paylaştığı Suriye’deki yönetime karşı başlayan kimliği ve niteliği belirsiz silahlı isyana karşı alması gereken mesafeli tavrı korumaması neden oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun politikasının vardığı bu durum, bahanesi ne olursa olsun, yürütülen dış politikanın büyük başarısızlığı. İflası da denebilir.”
Ahmet İnsel yazıyor: “Arap isyanlarının kıblesi konumunda olmak, anlaşılan Erdoğan hükümetinin başını döndürdüğü ve Ahmet Davutoğlu dış politika doktrini de buna uygun bir algı zemini yarattığı için, kısa zamanda Türkiye Suriye’de rejime karşı silahlı mücadele yürüten bir kesimin hamisi durumuna düştü. Ya da düşmedi, bilerek isteyerek girdi. Bu ikisi arasında sonuç itibarıyla bir fark yok.”
Gerçek eleştirmen yazıyor: “Arap isyanlarının kıblesi konumunda olmak, anlaşılan Erdoğan hükümetinin başını döndürdüğü ve Ahmet Davutoğlu dış politika doktrini de buna uygun bir algı zemini yarattığı için, Türkiye hükümeti kısa zamanda Suriye’de rejime karşı silahlı mücadele yürüten bir kesimin hamisi durumuna düştü. Ya da düşmedi, bilerek isteyerek girdi. Bu ikisi arasında sonuç itibarıyla bir fark yok.”
***
Gazetelerde yayınlanan anketlerin sonuçlarına göre: AKP seçmeninin % 28,7’si, hükümetin Suriye politikasını beğenmiyor. Bu oran, Türkiye genelinde % 64’ü buluyor.
Böyle bir anket sonucunu ben bile bildiğime, bulduğuma göre, Ahmet İnsel türünden bir yazıcı bunlardan nasıl habersiz olur? Türkiye halkının % 64’ü, AKP’ye oy verenlerin %28,7’si hükümetin Suriye politikasına karşı olduğu durumda ne Türkiye özne olabilir ne de seçmen halk. Özne (fail) Türkiye’yi yöneten AKP hükümetidir. Ama, bu gerçeği Ahmet İnsel türünden müflis entelektüeller gizlerler. Gizlerler, çünkü iktidarın gizli ortağıdırlar.
20 yıl önce R. T. Erdoğan
Geçen hafta yayınlanan “Recep Tayyip Erdoğan’dan Seçmeler” başlıklı yazılarımda adı geçen “2.Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitabı hatırlarsınız. Kitabı hazırlayanlar 430. Sayfada soruyorlar ve Erdoğan aynı sayfada cevap veriyor:
Soru: “Değişim tartışmaları yapılırken birbiriyle ilişkili iki değişik açılım daha ortaya çıktı. Bir tanesi Türkiye’nin emperyal bir vizyona sahip olabileceği iddiasını taşıyordu, buna bağlı olarak Neo-Osmanlıcılık tartışması yapıldı. Bu konuda ne diyeceksiniz?”
Erdoğan’ın cevabı: “Türkiye’nin emperyal bir vizyon taşıyacak bir gücü vardır. Hatta eğer Türkiye 2000’li yılların dünya ailesinde saygın bir üye olarak yer almak istilorsa (ki istemelidir) emperyal bir vizyon üstlenmeye mahkûmdur. Bu mahkûmiyetin gerekçeleri tarihtedir. Coğrafyadadır, etnik yapısındadır. Yetişmiş eleman gücü, genç nüfusu Türkiye’yi bu yönde zorlamaktadır. Hatta böyle bir vizyon kapsamına girecek diğer ülkeler ve insanlar için de tek kurtuluş kapısıdır. Bu nedenle biz hem dünya vatandaşı olarak, hem Müslüman olarak, hem Ortadoğulu olarak hem de tüm ezilmişler olarak Türkiye’yi çok önemsiyoruz ve zaten Türkiyeliler olarak da buna mecburuz!”
Emperyal vizyon
Yeni Osmanlıcılık zırvaları üzerine “The New Ottomans Co.” adlı bir yazı yazmış ve Gösteri dergisinin mart 1993 sayısında yayınlamıştım. “Dinozorca” (Telos) ve “Mahşerin Üç Kitabı” (Doğan Kitap) adlı kitaplarımda da yer alan bu yazıda, Muhteşem Süleyman zamanında halkını ot yemeye mahkûm eden Osmanlı’nın iç sefaletini anlatıyordum.
“Emperyal” (impérial), sözcüğü tek başına “imparatora, imparatorluğa değgin” anlamına geliyor ama yanına “vision” (vision: saplantı, saçma düşünce, ham hayal) sözcüğü gelince iş değişiyor. Karşımıza, aynı kökten türeyen “emperyalist” ve “emperyalizm” sözcükleri çıkıyor. Yani R. T. Erdoğan 1993 yılında, gözü başkalarının toprağında emperyalist düşünceli bir siyaset “komisi”ymiş.
Panislamist ve emperyalist! İşte bu nedenle “Yeni Osmanlıcı”, çağdışı bir saplantısı olan birini kendisine dışişleri bakanı yapmış.
Erdoğan, 1993’te olduğu gibi bugün de AKP sapkın vizyonunu İslâm âlemi için bir kurtuluş olarak görmektedir. Tam anlamıyla “Ayranı yok içmeye...” durumu. Böyle de, bu politikanın sonu felaket olur. Suriye ve Arap âlemi bataklığında AKP’nin yok olması ülkenin yararınadır. Ama Türkiye bu bataklıktan nasıl kurtulacak?
Sözde eleştiri, güya muhalefet (2)
Kimilerine göre muhalefet zayıf olduğu, gerçekten muhalefet yapamadığı için AKP saçmalayarak semirmekte ve lideri Erdoğan her geçen gün diktatörlüğün şanlı yolunda emin adımlarla yürümektedir. Öyleyse, AKP’nin faturasını gönder CHP’ye! Ama CHP, Kıbrıs, Irak’ın işgali, Kürtçü ayaklanma, Arap Baharı ve Suriye iç savaşı gibi temel sorunlarda AKP’nin ham hayallerine, saldırgan iç ve dış politiksına arka çıkmadığı zaman da İttihatçı ve Kemalist geleneği sürdürmekle suçlanmaktadır.
Bugün, E. Fuat Keyman’ın 7 Ekim 2012 tarihli Radikal İki’de yayınlanan “2023’e Doğru” başlıklı yazısını konuk edeceğim. Bu yazıcının da sözcüklerin arkasına saklanarak nasıl “tutmalaşıldığı”nı göstereceğim:
E. FUAT KEYMAN YAZIYOR: “Türkiye = AK Parti ve tek ve güçlü lider Erdoğan... Erdoğan’ın konuşmasında, bu denklemin içini dolduracak önemli ipuçları vardı. Birincisi başkanlık, yarı başkanlık ya da partili cumhurbaşkanı sistemi Türkiye’ye gelecek. Türkiye, AK Parti ve Erdoğan liderliğinde, bu sistemlerin biri altında ‘ekonomik olarak istikrarlı ve rekabetçi güçlü yürütme demokrasisi’yle yönetilecek. Güçlü yürütme demokrasisinde, ekonomik istikrar ve büyüme gereksinimi demokrasiden önce gelecek. Demokrasinin güçlenmesi Büyük Türkiye idealini engelleyici nitelikte olmayacak. Yargı ve yasama, güçlü yürütmenin işleyişine engel olmayacak. [...] Güçlü yürütme demokrasisi, AB ilişkilerine ve AB çıpasına önem vermeyen bir demokrasi olacak. Artık, Avrupa entegrasyonunun, AK Parti ve Erdoğan liderliği için, Türkiye’nin 2023 vizyonunda yeri ve önemi yok gibi. [...] Türkiye, güçlü yürütme demokrasisine, Erdoğan’ın liderliğinde AK Parti’nin egemen parti konumunda adım adım gidiyor. AB çıpasız, güçlü liderlik ve güçlü yürütmeli bir sisteme doğru ilerliyoruz. Zayıf muhalefet sorunu sürdükçe de, bu devam edecek. AK Parti 4. Kongresi dolaylı olarak bir kere daha gösterdi ki, esas tartışmamız gereken soru, ‘güçlü ve alternatif muhalefetin nasıl yaratılacağı.’
Kim bu adam?
Yazının altında “İstanbul Politikalar Merkezi ve Sabancı Üniversitesi” yazıyor. Demek ki birincisinde uzman ve yönetici olarak çalışan, ikincisinde öğretim üyeliği yapan bir entelektüel. Entelektüel ama müflislerden! Adalet ve Kalkınma Partisi’ne, bir yanaşma, bir tutma, bir yandaş, bir ücretli askerin “AK Parti” demesi anlaşılır bir şey. Yazıcı “AKP” demeyi azgın muhalefetin simgesi sayıyorsa, partinin adını tam olarak yazacak. Bay Keyman “AK Parti” demeyi tercih ediyor ve AKP’nin başbakanının yapıp-ettiklerini, gelecekteki projelerini tasvir ederken ağzının suyu akıyor.
“Güçlü yürütme demokrasisi” diye bir şeyden söz ediyor. Güçlü ya da güçsüz, Yürütme (hükümet), Yasama (Meclis, parlamento) ve Yargı (mahkeme, adalet) erklerinin üzerinde olursa, buna nasıl demokrasi denir? Yürütme, gerçek demokrasilerde, Yargı ve Yasama’nın denetimi altındadır. Gerçek demokasilerde, Yasama ve Yargı erkleri Yürütme’den daha güçlüdür. Gerçek demokrasilerde, Yargı erki, Yasama ve Yürütme’den daha güçlüdür.
Anglosakson geleneğinde “Hukukun üstünlüğü”, Avrupa’da ise “Hukuk Devleti” ilkesi vardır. Değerli Anayasa Hukuku Profesörü Erdoğan Teziç’e “Bu iki gelenekte ‘Güçlü Yürütme Demokrasisi’ diye bir şey var mıdır?” diye sordum. “Anayasa Hukuku kitaplarında böyle bir kavram yoktur” dedi.
Peki nereden çıktı, çıkıyor bu kavram?
Bunları bilmiyor musun bre Fuat Keymen? Bal gibi biliyorsun ve utanmadan azgın yürütme diktatoryasını bize ‘demokrasi’ diye yutturuyorsun.
Muhalefetsiz Türkiye
E. Fuat Keymen yazıyor: “Bugün tüm yaşanan terör ve şiddete, darbe davalarına ve eleştirilere rağmen, AK Parti yüzde 52 civarında bir oya sahip. AK Parti’ye toplumsal destek giderek artıyor. [...] Parlamentoda olan dört siyasi parti içinde, AK Parti rakipsiz ve alternatifsiz. AK Parti küresel, bölgesel, ulusal başka bir ligde oynayan ya da oynama iddiasında olan bir partiyken CHP, MHP ve BDP bir başka ligde oynuyorlar. AK Parti ile diğer partiler arasında vizyon, misyon. Güç ve iddia temelinde lig farkı var. AK Parti ve Erdoğan biliyor ki, ekonomi ve hizmet ayağı bozulmadığı sürece, rakipsiz ve alternatifsiz olmayı sürdürecektir.”
Ben soruyorum: Son yıllarda, bilim ve siyasal ahlak yoksunu böylesine bir yazı okumadım. “İddiasında olan” ne demek? Aslında vehim içinde olan, kendini bir şey sanan kağıttan kaplan anlamına gelmiyor mu? AKP’ye gerçekte sahip olmadığı nitelik, nicelik ve güç yükleyerek Bay Keymen gibi insanlar Türkiye’ye büyük bir kötülük yapıyorlar. 1993 yılında “Türkiye’nin emperyal bir vizyon taşıyacak bir gücü vardır. Hatta eğer Türkiye 2000’li yılların dünya ailesinde saygın bir üye olarak yer almak istiyorsa (ki istemelidir) emperyal bir vizyon üstlenmeye mahkumdur” (2. Cumhuriyet Tartışmaları, s.430) diyecek kadar hayal âleminde yaşayan ve bu nedenle Suriye ve Rusya ile savaşacak duruma gelen R.T. Erdoğan’ı Bay Keymen türünden insanlar azdırıyor.
Böylesine bir ortamda bir iktidar partisinin oylarının artması sosyolojik açıdan normal midir? Bunun yanıtını böylesine çarpıcı olguyu saptayan kişi cevap verecek? Ama o bunun toplumsal nedenlerini araştırma zahmetine bile kalkışmıyor. Böylesine bir çarpıklığı iktidar partisinin hanesine bir övgü vesilesi olarak yazıyor.
Türkiye 2015 genel seçimlerine mevcut Siyasal Partiler ve Seçim Yasası ile girecek. AKP, yüzde 10 seçim barajının uygulanmadığı bir genel seçime giremez! Rakipsiz ve alternatifsiz olduğu sanılan ve iddia edilen AKP, yüzde 10 barajının arkasına sığınmış bir kağıttan kaplandır.
Sözde eleştiri güya muhalefet (3)
AKP, üç dönemdir iktidarda. Abdullah Gül’ün kısa dönem (18.11.2012-11.03.2003) başbakanlığını bir yana bırakacak olursak, 14 Mart 2003 tarihinden bu yana sadece R.T. Erdoğan, 9 yıl, 8 ay, 10 gündür Türkiye Başbakanı!
Neden evet, neden?
AKP’nin, Milli Nizam ve Milli Selamet partilerinden, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan iki partiden (Refah ve Fazilet) herhangi bir farkı var mı? Yok!
14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan ve bu tarihten 14 ay sonra, 3 Kasım 2002 tarihinde seçim kazanan AKP, neden ve nasıl iktidara geldi ve neden 10 yıldır iktidarda?
İsterseniz etkenleri kabaca sıralayalım: 1. Seçim kanunu yüzde 10 barajı; 2. ABD ve AB’nin yaptığı ve hazırladığı program; 3. İmam-hatip ve ilahiyat mezunlarının seçimi AKP lehine etkileyecek görevlere gelmeleri; 4. Fettullahçı cemaat ile, başta Nakşibendi olmak üzere tarikatların yoğun desteği; 5. Ekonomik krizi kontrol ve disiplin altın alan üçlü koalisyonun tam zamanında düşürülmesi; 6. MHP’nin bu operasyonda oynadığı etkili rol; 7. CIA yönetimindeki yerli ve yabancı sivil toplum örgütlerinin ortak çabası; 8. Tarihle ve geçmişle yüzleşme programı çerçevesinde 1923-1950 Tek Parti döneminin yoğun ve sürekli olarak kötülenmesi, CHP ve Cumhuriyetin suçlanması; 10. Askeri vesayet iddialarının cumhuriyet ve CHP ile ilişkilendirilmesi; 11. CHP ile TSK’nın AB’ye karşı oldukları propagandası; 12. Daha fazla insan hakları, daha fazla inanç ve düşünceyi açıklama özgürlüğü taleplerinin ancak AKP sayesinde gerçekleştirileceği safsataları; 13. AKP’nin liberal ekonomi ve politika hayranı olduğu propagandası; 14. 1923 cumhuriyetine ortak düşmanlık; 15. Neo-liberaller ile müflis solcuların AKP propagandası hizmetine girmesi; 16. Medyanın baştan çıkartılması ve satın alınması.
İktidara geldikten sonra
AKP’yi iktidara bu 16 madde getirmedi elbette. Biraz daha fazla kafa yoran kimse bir 16 madde daha bulur. AKP’nin ve atası olan partilerin iktidara hükümet etmek için değil rejim değiştirmek için gelmek istedikleri belliydi. AKP’nin hakkında açılan kapatma davasından önce bazı denemeler oldu. Anayasa Mahkemesi tarafından 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat hazine yardımının belli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştı. 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10′u kesilmesi yönünde oy kullanmıştı.
Bu tarihten sonra AKP, Cumhuriyet’e karşı barbarca bir meydan savaşı başlattı. Cumhuriyet’e karşı kazandığı muharebelerden, ondan kopardığı topraklardan sonra, bu alanlara demokrasinin ‘d’sini bile getirmedi.
TBMM’sini sözsüz, kulaksız ve dilsiz hale getirdikten sonra türlü oyunlarla yargı erkini de denetimine aldı. Artık Türkiye’de kuvvetler ayrılığı değil, üç kuvvetin tek kişinin elinde toplandığı bir rejim söz konusu.
Yargı konusu olduğu ve yargının aşamalı süreçleri devam ettiği için Ergenekon ve Balyoz davalarından söz etmiyorum. Ama işlevsizleştirilen sendikalar gerçeği var; hapishanelerdeki gazeteciler var; susturulup ezilen ve ortaöğretime dönüştürülen üniversiteler var; biber gazına hedef olan öğrenciler, işçiler ve memurlar var; hapishaneleri dolduran muhalif ve gösterici öğrenciler var…
Var ama AKP ile tutması liberal ve müflis solcu kalemler hala tek parti döneminin CHP’sini, 1921-1950 döneminde yapılan işleri, devrimleri, tepeden inme işleri, jakobenlikleri eleştirmeye devam ediyorlar. AKP’ye sözüm yok! Benim sözüm utanmaz ve arlanmaz müflis solculara ve şaşkın liberallere: Tepeden inmecilerin, jakobenleri en yenisi ve azgını karşılarında duruyor ve hala onun rakipsizliğinden, alternatifsizliğinden söz ediyorlar. Gözlerinin önünde AKP’nin gayri meşru işleri tepe tepe yığılırken, onlar hala CHP’yi, tek parti dönemini, İttihat ve Terakki, İstiklal Mahkemeleri, Kürt İsyanları, Takrir-i Sükun Kanunu’nuyla eğleniyorlar.
Yeter artık!
AKP işçi düşmanı yasalarını geçirmek için Meclis’teki çoğunluğunun yanına polis şiddetini ekleyerek işçi sınıfını susturmak istiyor. Meclis’te görüşülen işçi haklarını budayan Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nı protesto eden DİSK ve Sendikal Güç Birliği Platrformu (SGBP) üyelerine AKP’nin polisi biber gazlı, coplu müdahalede bulunup tazyikli su sıkıyor. AKP hükümeti illeri, ilçeleri budayarak kendi yararına çıkarıp-topluyor. Muhalefetin elindeki belediyeleri ele geçirmek için türlü fesatlar çeviriyor. İstemedikleri halde bazı kentleri büyükşehir statüsüne sokuyor. İllerin, ilçelerin sınırlarını değiştiriyor. Ama bazı ulufeci kalemler, hala AKP’nin rakipsiz ve alternatifsiz olduğunu yazıyorlar!
Son zamanlara kadar AKP’ye koşulsuz savunan Ahmet Altan, şimdi, “AKP’ye, demokrasiden, insan haklarından, eşitlikten, özgürlükten uzaklaştığı için karşı çıkıyorum” (Taraf 10.10.12) diye yazıyor. İyi de, AKP, bu erdemlere ne zaman sahip oldu ki?
“Tarihin doğallaşması süreci sancılı oluyor ama suni yapıların çözülmeye başladığı, tarihin doğal seyrine oturmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz” diyen Davutoğlu, AKP’nin emperyalist saldırgan politikasını dünyaya ilan ediyor.
NOTA BENE:
Her çirkinliği “Kemalist” sıfatıyla, “Kemalizm” sözcüğüyle tanımlayan bir yığın budala var. Bunlara göre mevcut durumun tanımı: Kemalist Devlet ve İslamcı Hükümet! Devlet gerçekten mel’un ve örgütlü Kemalist olsaydı, İslamcı AKP iktidara gelebilir miydi, a budala?
Yorum Gönder