Bütün veriler Siyasal İslamcı AKP iktidarının çözülme sürecine girdiğini
gösteriyor. Yeni kurulan ve henüz istikrar kazanamayan dinci-faşizan
rejim beklenenden önce temellerinden sarsılır. Oluşturulmaya çalışılan
siyasal, ideolojik ve kültürel hegemonya, bu yolda çok mesafe alınmasına
karşın, kurumsallaşamadığı gibi, bütün menteşelerinden zorlanıyor.
İktidar, medyanın yüzde 80’ini denetlediği halde toplumdan yeni bir
siyasal ve kültürel onay/rıza üretmekte başarılı olamıyor.
AKP, devleti bütünüyle ele geçirdiği, bir tehdit unsuru olarak gördüğü
TSK’yı teslim aldığı, polis-adliye tertibi ve terörüyle muhalif
kesimleri sindirdiğini düşündüğü bir momentte, çok katlı bir krize
sürükleniyor.
Çünkü iktidarın en güçlü olduğu ve bu nedenle karşı devrim programının
açıkça ve tamamıyla yaşam geçirileceğinin sanıldığı an, paradoksal
olarak onun en zayıf olduğu ve inişe geçtiği dönemi işaret ediyor.
Toplumsal ve siyasal fay hatlarında biriken gerilimi harekete geçiren ve
bir depreme dönüştüren etken ise, bütün ülkeyi saran Haziran
(Gezi)Direnişi ve isyanı oldu. İşte bu direniş, bütün koşulları hazır
olan iktidardaki çözülmeyi tetikledi. AKP iktidarı siyasal şiddeti ve
devlet (polis) terörünü çığırından çıkaracak düzeyde tırmandıran
toplumsal tepkiyi bastırmak, yeniden istikrarı sağlamak ve böylece
çözülmeyi durdurmak istedi. Olmadı. Çünkü AKP’ye yön veren kadro ve
Başbakan Tayyip Erdoğan çok önemli bir siyasal ve tarihsel hesap hatası
yaptı.
İSLAMCILARIN HESAP HATASI
Erdoğan ve AKP liderliğinin en önemli tarihsel ve siyasal hesap hatası,
milletin çok büyük bir kesiminin Cumhuriyet ve laiklikle kavgalı
olduğunu düşünmeleriydi. Böylece toplumda en fazla yüzde 8 ila 12
aralığında olan seçmen desteğine karşı, dar bir siyasal Siyasal İslamcı
çevrenin dinci programını mutabakat ya da uzlaşma bile aramadan, hile,
yalan ve sahtekârlık yaparak bütün ülkeye dayattılar.
Bütün hesaplarını “devlet-millet” kavgasının bulunduğu varsayımına
dayandırdılar. Böylece milleti devletle barıştırma gerekçesiyle
Cumhuriyet ve seküler kurumları tasfiyeye yöneldiler. İşte tam bu
kırılım noktasında şiddetli bir direnişle karşılaştılar. Çünkü
Cumhuriyetin ve 200 yıllık bir tarihsel derinliği olan aydınlanma ve
modernite sürecinin tahminlerin çok ötesinde büyük bir kitle desteğine
sahip olduğunu görememeleri yaptıkları hesap hatasının ikinci boyutunu
oluşturuyordu.
Öyle ki, AKP’ye verilen ve büyük bölümü merkez sağdan gelen oyların
önemli bir bölümü de bu iktidar Cumhuriyetin kazanımlarını imha etsin
diye AKP’ye gelmedi. En büyük hesap hataları, tarihsel olarak ilerici ve
büyük bir demokratik atılım olan Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi
sanmalarıydı. İdeolojik ön yargılarına esir oldular.
İktidar gücünü iç dinamiklerden çok, dış dinamiklerden alan: çok özel
koşulların iktidara taşıdığı; daha da önemlisi esas olarak bir ABD
projesi olarak kurulan ve yönlendirilen AKP’nin, hem Türkiye’nin yakın
siyasal tarihini yanlış okuduğu hem de kendisini iktidara getiren
dinamikleri doğru değerlendiremediği anlaşılıyordu.
Çünkü AKP öngörülemiyor. Başlangıçta inkâr ettiği halde gizli bir
ajandasının (programı, hedefleri) olduğu ortaya çıkıyor. AKP deyim
uygunsa 2007'den sonra sürekli “suçüstü” yakalanıyor.
CUMHURİYET KAVGASININ ANLAMI
Siyasal muhalefetle toplumsal muhalefet arasında bir açı farkı oluştu.
Bu makasın daha da açılma olasılığı yüksek. Çünkü halkın büyük bir
kesimi Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarını, insanlığın ilerici
birikiminin sonuçlarını seküler değerleri, bilimi ve aydınlanmacı
kurumlarını (ne kadarsa ve elde ne kaldıysa) savunmak için kitleler
halinde sokağa çıkıyor. İktidarın polisiyle çatışmasını göze alarak
mücadele ediyor. Ancak CHP dahil sol muhalefet güçleri ve sosyalistlerin
çok önemli kesimi ısrarla bu olguyu görmezden gelmeyi sürdürüyor.
Oysa, önceki pazar (3 Kasım 2013) Yurt ’ta yazdığım gibi, bugün
Türkiye’de tartışma, saflaşma ve çatışmanın merkezinde “Cumhuriyetin
kazanımları” ve seküler değerler var. Sınıf mücadelesi de
anti-emperyalist direniş de bu dolayım üzerinden gelişiyor.
(Bu konuyu, muhalif basının -hatta genel olarak medyanın- bir kazanımı
olduğunu düşündüğüm bu kazanımda oynadığım rol nedeniyle mutlu olduğum,
arkadaşım, sosyalist akademisyen Fatih Yaşlı da Yurt ‘ta benden önce -31
Ekim 2013'te- yazmış. Geç fark ettim, çünkü cezaevinde gazetelerin
gelişi bazen aksıyor. Ayrıca yine Yurt ’un çok önemli başka bir kazanımı
olan Mustafa Sönmez’in yazısında gördüm. Öneririm, web sitemiz
üzerinden ulaşıp okuyabilirsiniz.)
Uzun süredir sokaklara, alanlara çıkan ve AKP iktidarını protesto eden
kitlelerin ezici büyüklükteki bölümünü; Cumhuriyete ve değerlerine
yönelik saldırılara tepki duyan, bu kurum ve değerlerin tasfiye
edilmesine itiraz eden, ülkenin dinselleştirilmesini kabul etmeyen,
seküler kurumların imha edilmesine karşı çıkan, yaşam tarzının tehdit
altında olduğunu düşünen ve gündelik yaşamın muhafazakârlığın baskısı
altında olduğunu gören toplum kesimleri oluşturuyor. Üstelik ağırlığını
“yeni işçi sınıfı” diye tanımlayabileceğimiz, eğitimli ve kentli
çalışanların oluşturduğu bu kesimler sola son derece açık bir
kompozisyon oluşturuyor. Dahası kendilerini solda sayıyor. Eylem
alanlarında solla ilişki kuruyorlar, devletin “terör örgütü ”diye
nitelendirdiği grup ve çevrelerden bile hiçbir rahatsızlık duymuyorlar.
Aksine birlikte aynı barikatta mücadele ediyorlar.
Saflaşma ve siyasal çatışma barikatı buradan kurulmuş durumda. Sosyalist
solun bir bölümü bu barikatın çok ilerisinde duruyor. Öyle ki bu
uzaklık bütün ilişkiyi koparacak düzeyde. Park forumlarına gelen
insanlara ellerindeki Türk bayraklarını ve M.Kemal posterlerini
indirmelerini (bazı yerlerde) söyleyecek düzeydeki bir kopukluk ve
savrulma bu. İdeolojik ön yargılarına yaşamın zenginliğini feda etmekten
başka bir anlam taşımıyor. Bu duru tarihin ve doğru eylemin
ıskalanmasına yol açıyor.
CHP SAĞA DEĞİL SOLA YÖNELMELİ
CHP ise bu barikatın çok gerisinde duruyor Tuzağa düşmemeye çalışırken,
dinci ideolojik-siyasal hegemonyanın yeniden üretilmesine katkıda
bulunuyor. Gezi direnişçilerinin, kendilerine anti-kapitalist
Müslümanlar diyen küçük grupların dahi seküler değerler ve Cumhuriyet
için sokağa çıktığını, insanların yaşam tarzını savunduklarını
göremiyor. Örneğin Mustafa Sarıgül, CHP’ye katılma töreninde, sanki bir
Cumhuriyetçi ve Sosyal demokrat partiye değil de bir tarikata ya da
muhafazakâr partiye katılıyormuş gibi konuşuyor. Halkçı toplumcu ve sol
denebilecek tek bir söz söylemiyor. Böylece AKP ya da merkez sağdan oy
alınabileceği sanılıyor. İşte bu sanı en büyük yanılgıyı oluşturuyor.
AKP’ye benzeyerek veya sağcılaşarak, yani farkını silikleştirerek sağdan
oy alınamaz. Kimse aslı varken taklidine destek vermez. İnandırıcı
olamaz. Merkeze açılmanın yolu da kimliğini netleştirmekten geçiyor.
B. Ecevit liderliğindeki yeni CHP, 1973 ve 1977 zaferlerini daha önce
sağa oy veren yurttaşların önemli bir kesiminin de oylarını alarak
kazandı. Bunu da sağa yaklaşarak değil, partiyi daha sola çekerek ve
yeni kimliğinin altını çizerek yaptı. Şimdi de benzer bir siyasal
ortamdan geçiyoruz. Dünyada neo-liberal politikalar çöküyor ve sol
yükseliyor. Siyasal İslam bütün bölgede büyük bir başarısızlık, yenilgi
ve çöküş yaşıyor. Kriz AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın kapısını
çalmış durumda.
CHP elbette merkez sağda, Cumhuriyetin değerlerine bağlı olan
yurttaşların ve AKP’ye daha önce oy veren emekçilerin oyunu almaya
çalışmalıdır. Ancak bu sağa kayarak ve dini uygulamalara, toplumu bir
mengene gibi sıkmaya başlayan muhafazakâr düzenlemelere ve yaşam
tarzlarına müdahaleye, “ tuzağa düşmeyelim” diye destek vererek değil,
solculaşarak ve Cumhuriyetin değerleri üzerinden yaşanan saflaşmada
doğru kararlı, etkin tutum alarak gerçekleştirebilir. Gezi eylemlerinin
çağrısı ve bildirisi budur çünkü. Bu çağrıya uymak ve sol-Cumhuriyetçi
kimliğin altını çizmek, neo-liberal politikaları reddeden halkçı ve
toplumcu ekonomik politikaları öne çıkaran bir çizgi izlemek gerekiyor.
Bu durumda CHP tahmin edilemeyecek bir sıçrama gerçekleştirebilir. Çünkü
kitleler basit bir iktidar değişimini değil, dinci AKP iktidarının
yarattığı yıkımı onararak ve ülkeyi ileriye taşıyacak daha köklü bir
dönüşümü ve kararlı bir siyasal müdahaleyi bekliyor.
Bütün kamuoyu araştırmaları, bilimsel incelemeler ve İslamcı partilerin
daha önce aldığı oy oranları (ABD’nin yaptırdığı son uluslararası
araştırma da dahi) Türkiye’de şeriatla yönetilmek isteyen kesimin
büyüklüğünü en çok yüzde 12 olarak veriyor. Ancak AKP’nin aldığı oy
oranına bakılırsa -ki seçimlerde dijital hile yapıldığı yönündeki güçlü
ve önemsediğim iddiaları bir yana bırakıyorum- bu partinin en büyük
desteğini merkez sağ seçmenden aldığı anlaşılıyor.
Ancak bu sosyolojik tabloya karşın, AKP Hükümeti ve Erdoğan yüzde 8-12
aralığındaki bu kitlenin taleplerini esas alıyor. Kendi çevrelerindeki
dar bir siyasal İslamcı kadronun programatik hedeflerini, milletin
iradesi diye sunmaya, daha doğrusu, yutturmaya çalışıyor.
KOALİSYON BOZULUYOR
Aslında AKP bir koalisyon partisi. Merkez sağın yolsuzluk ve yağma
çamuruna batıp 2002 seçimlerinde yaşadığı büyük çöküşün bıraktığı
boşluğu doldurdu. Bu nedenle kendisini Müslüman demokrat değil,
“muhafazakâr demokrat” parti diye tanımladı. Bu tarihsel fırsatı
değerlendirdi.
Oysa AKP, muhafazakâr bir parti iktidarı değil, Siyasal İslamcı bir
profil veriyor. Bütün gücüyle Cumhuriyetin tasfiyesine yöneliyor.
Seküler değerlere ve kurumlara çirkin, aşağılayıcı ve düşmanca bir
üslupla saldırıyor. Okulların üçte birini din okuluna çevirdiği gibi,
bütün eğitim sistemini de dinselleştiriyor. İktidarın bütün uygulamaları
daha önce ilan edilmemiş, toplumdan saklanmış bir programın yaşama
geçirilmesi şeklinde gelişiyor. Dar militan bir profil veriyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu nedenle; “Biz bu
düzenlemeleri 2004’te yapsaydık, AKP kapatılır ya da darbe olurdu”
diyor. Böylece aslında gerçek hedeflerini gizlediklerini itiraf ediyor.
Bu durumun açığa çıkması, çağın bütün ihtiyaçlarına karşın Türkiye’nin
200 yıllık birikiminin imha edilerek ülkenin kıytırık bir Ortadoğu
devletine dönüşmesi olasılığı (en iyi haliyle Pakistanlaşma) parti içi
koalisyonu da çözüyor.
AKP, çekirdek oylarına doğru daralma sürecine kaçınılmaz olarak giriyor.
Bunun çok sayıda işaretleri ortaya çıkıyor. Üstelik, düzmece davalar ve
sahte dijital kanıtlarla da önlenecek gibi görülmüyor. Bülent Arınç'la
yaşadıkları tartışmayı tolere etmeye çalışırken bile “ düşmanları
sevindirmeyelim” diyen Erdoğan hem kendisine oy vermeyenleri “düşman”
olarak gördüğünü itiraf ediyor hem de bütün toplumun hükümeti ve
Başbakanı olmak yerine, dar bir İslamcı fraksiyonun lideri gibi
davranıyor. Hâlâ bir Ak-Genç'li gibi davranıyor. Örtünmeyi “dinin emri”
saydığını ilan edecek, karşı çıkanları “cahillikle” suçlayacak kadar,
bilgisiz ve ortaçağ mantalitesine sahip militan bir İslamcı olduğunu
ortaya koyuyor. Kendi İslam yorumunu tek doğru, tartışılmaz ve kutsal
din olarak görüyor. Dahası bu nedenle, kendi İslam yorumundan hareketle
topluma yaşam tarzı dayatmayı, özel alana müdahale etmeyi meşru sayıyor.
Buna hakkının olduğunu düşünüyor öğrenci evlerine ve karma yurtlara
ilişkin müdahalesini “meşru olan ve olmayan ilişkiler” diye
gerekçelendiriliyor. Sadece siyasallaştırdığı dini esas alıyor. Böylece
toplumun yarısını ağır şekilde suçlama hakkını kendisinde buluyor.
KENDİLİĞİNDEN ÇÖKMEZ
Oysa kime ve neye göre meşru ya da gayrimeşru ilişkiler bunlar? İslamda
çok farklı yorum ve akımların olduğunu bir yana bırakalım, Erdoğan kendi
inancına göre, toplumsal yaşamı düzenleyeceğini kendi dini yorumuna
göre insanların yaşam tarzı na müdahale edebileceğini ortaya koyuyor.
Bunu doğal sayıyor. Yasaların kaynağını, kamusal düzenin ilkelerinin ve
toplamsal yaşamın temelini seküler ve birleştirici pozitif hukuktan
değil, tartışılmaz, sorgulanamaz ve değiştirilemez dinden ve kutsal
değerlerden alınacağını ilan etmiş oluyor.
Bu tablo sadece liberallerle ve merkez sağ seçmenin bir bölümüyle AKP'nin yollarını ayırmıyor, parti içi koalisyonu da bozuyor.
Ancak AKP iktidarı ve dinci-faşizan yeni rejimin içine girdiği bu
çözülme süreci nedeniyle bugünden yarına yıkılacağını söylemek ya da
beklemek doğru olmayacaktır. Daha da önemlisi, artık zamanının geldiğini
düşünerek bu çöküşün kaçınılmaz olarak hatta kendiliğinden olacağını
sanmak da çok büyük yanlış olacaktır. Bu çözülmenin iktidarın çöküşüyle
sonuçlanabilmesi, ancak muhalif güçlerin göstereceği etkinliğe bağlıdır.
Doğru bir siyasal program ve mücadele olmadan AKP iktidarına son vermek
kolay değil. Çünkü önümüzde herhangi bir merkez sağ iktidar değil, yeni
bir rejim var. Bir diktatörlük...
Yorum Gönder