Bu ayın ilk günü, Harf Devrimi’nin 85. yıl dönümü.
1 Kasım 1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun ile büyük bir devrim gerçekleştirmiş; Arap abecesi terk edilerek Türkçe’nin Latin abecesinden seçilen 29 harften oluşan Türk abecesi ile yazılmasına karar verilmiştir. Bu abecede Q,W, X harfleri yoktur. Türkçenin yazılımında abecedeki 29 harfin dışında bir harf kullanılamayacağı da ayrıca yaptırım altına alınmıştır. Başlangıçta Latin abecesi kullanan yabancı dillerdeki özel adlar da okunduğu, söylendiği gibi yazılmışsa da (Shakespeare – Şekspir gibi…) bundan vazgeçilmiş, özel isimlerin yazılışları bu yaptırım kapsamının dışında tutulmuştur. Latin abecesi dışındaki abeceleri - Kiril gibi - kullanan dillerdeki özel isimler, zorunlu olarak söylendiği gibi abecemizdeki harfler ile yazılmaktadır.
Harf Devrimi, 1932 yılında gerçekleştirilen Dil Devrimi’ne de öncülük etmiş; Dil Devrimi ile Türkçemiz, Arapça ve Farsça sözcük ve dilbilgisi kuralları öncelikli olmak üzere yabancı sözcüklerden olabildiğince arındırılarak Türkiye Cumhuriyeti'nin ortak ulusal konuşma ve yazı dili olarak gelişimini sürdürmüştür.
Sayın Başbakanın “Demokratikleşme Paketi”ni açıklarken* “Türk Ceza Kanunu’nda belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyideyi kaldırıyoruz. Bir nevi klavyelere özgürlük getiriyoruz.
Yani Q,W ve X harfleri klavyelerde kullanılabilecek.” şeklindeki açıklaması üzerine aklım karıştı. Çünkü bildiğim kadarı ile ne 1353 sayılı yasada ne de Türk Ceza Yasası’nda bu harflerin klavyelerde kullanılmasını yasaklayan her hangi bir yaptırım söz konusu değildi. Kendimi bildim bileli ülkemizde kullandığımız yazı makineleri ile matbaalardaki dizgi makinelerinin klavyelerinde sözü edilen her üç harf de var olup, kullanılmaktaydı. Yapılması gereken Türk Ceza Kanunu’nun 222. maddesi ile 1353 sayılı yasaları yeniden okuyup, işin aslını faslını anlamaktı. Ben de öyle yaptım:
Türk Ceza Kanunu’nun 222. maddesi, 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’a gönderme yaparak; bu kanunla getirilen yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlerin iki aydan altı aya kadar hapis cezası ile cezalandırılacağını hükme bağlamış. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt asıllı vatandaşlarının ana dillerini kendi abeceleri ile yazma ve basmaları konusunda hiçbir engel söz konusu değil. Söz konusu yaptırımlar Türkçenin yazılışında Türk abecesinin 29 harfinin dışında başka harflerin kullanılamayacağı. Yani “Havadaki kuşlara bak,”ı, “Hawadaqi kuşlara baq” şeklinde yazamayız.
Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’un kabulü ile getirilen bir başka sınırlama ve yaptırım da “Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması(nın) mecburi...” ** olmasıdır. Yani muhtara verilecek dilekçenin bile Türkçe ve Türk abecesi’ndeki harfler kullanılarak - yukarıda belirttiğim istisnalar hariç- yazılması zorunludur.
Bu yaptırımların kaldırılarak yeni ve farklı uygulamalara gidilebilmesi, ancak 1353 sayılı Harf Devrimi yasasının ilgili maddelerini değiştirmekle mümkün olabilir. Bu yolda yapılacak bir değişim, yani Kürt ebecesi Kurmancî’nin ya da farklı ana dillerdeki abecelerin ülkenin resmi ve özel bütün kurum ve kuruluşlarında kullanılmasının kabulü ülkeyi işin içinden çıkılmaz bir kargaşaya sürükleyecek; bölünme ve kopmalara yol açacaktır.
Bunca zamandır bu yolda sürdürülen çabalarla göz göre göre bu yol ayrımına doğru hızla sürüklemekteyiz. İki üç yıl önce Hasankeyf’de karşılaştığım mavi önlüklü beyaz yakalı bir ilkokul çocuğu bana “Nereden geldiniz, Türkiye’den mi?” diye sorduğunda afallamış; “Burası neresi ki?” diye sorduğumda “Kürdistan.” diye cevap vermişti. Uzun lafın kısası da işin özü ve özeti de Hasankef’teki o ilkokul çocuğunun “Türkiye’den mi gediniz?” sorusu.
Ben bu ülkede, insanların kökenleri ne olursa olsun ana dillerini öğrenme ve konuşma haklarının en temel hak olduğuna inanan, bütün ön yargılara karşı bir kişi olarak eğitilerek yetiştirildim. Evimde ailem, okulda öğretmenlerim bana bunu öğrettiler. Orta Oyunu ve Karagöz’ün Türk, Kürt, Arnavut, Laz, Yahudi vb. tiplemeleri sadece ortak kültürümüzün, yaşam biçimimizin zenginliğiydi. Bu zenginliğin oluşturduğu birikim bugün parçalanmak, bölüşülmek/bölüştürülmek isteniyor. Sahip olduğumuz bu kültürel zenginliğin, bu birlikteliğin bölüşüldüğü takdirde bu ülkenin tüm insanlarını nasıl fakirleştireceği bölüşümden ve bölünmeden yana olanların, bu bölüşümü dayatanların umurlarında bile değil.
Harf Devrimi’nin 85. yılında hepilmiz, bu ülkenin Türk, Kürt, Çerkes, Laz, Rum, Yahudi… farklı kökenli tüm vatandaşları, başlarımızı iki elimizin arasına alıp, karşı karşıya bulunduğumuz ve sonu kötü bitecek bu sorun üzerinde düşünmek, sağlıklı bir çözüm, bir çıkış noktası bulmak zorundayız.
Ulus olarak varlığımızı sürdürebilmemizin ön koşulunun yüz yıllardır hepimizi birleştiren, kaynaştıran ortak dilimizi, korumak ve ona sahip çıkmak olduğunu unutmamalıyız.
Öncelikle abecemizdeki harfleri doğru olarak seslendirmekle işe başlamalı, Ka, Ha, Es, H’aş, El, En demekten vaz geçip abecemize sahip çıkmalıyız.
Sorarım size: orta okul, liseden vazgeçtim; üniversite eğitimi almış kaç kişi abecemizdeki harfleri sırasıyla, atlamadan, doğru seslendirerek hatasız sayabilir? Bence gerçekle yüzleşmek için bir kez olsun denemekte yarar var.
Yapılması gereken bir başka şey : Dilimizden utanmamak, bilinç altına yerleşmiş /yerleştiril-miş bu utançtan bir an önce vazgeçmek. “ - O nasıl şey öyle? Niye dilimizden utanalım?” demeyin. Herkes değil belki ama utananlarımız, yabancı sözcüklerin daha anlı şanlı olduklarına inananlarımız çok. Hem de pek çok… Böyle olmasaydı, İş merkezi, iş hanı yerine tower, center, oyuncakçı yerine toys shop, kitapçı yerine bookshop… der, arabada bebek var yerine “Baby on Board” diye yazar mıydık arabalarımızın arka camlarına? Bizim Çengelköy’ deki kokoreççi bile “…Since 2007” yazmış o küçücük tezgahının ön yüzüne. Bir başka dükkanın tabelasında da “Pâtisserie – Cafe – Restaurant” yazıyor. Güzel bir atasözü vardır dilimizde: Civciv yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş.” diye. Ulusça pek farkında değiliz, ama durum aynen böyle.
Sırası gelmişken bir şeye daha değinmek istiyorum: Bazı şaşkınlar da - aralarında kendilerine tarihçi diyenler de var. - Harf Devrimi’nin Lozan Antlaşması sürecinde dayatıldığını, onun için Latin harflerini kabul ettiğimizi iddia ediyorlar. Latin abecesinin Türkçeye uyarlanmasının geçmişinin 1860’lı yıllarda ilk kez Azerbaycan’da ortaya atıldığından, Arap alfabesindeki harflerin Türkçe sesleri yeterince karşılamadığı için dilcilerin hanidir yakındığından, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu konuda yaptığı çalışmalardan habersizmiş gibi görünüp; bu büyük devrimin Batı’nın dayatması olduğunu söylüyorlar. Amaçları, Atatürk’e dokunmadan abeceye yüklenip, Arap alfabesini topluma yeniden benimsetmek.
Lozan Konferansı’nın konumuzla ilgili en önemli sonucu: ülkemizdeki yabancılara ait okulların kapatılamamasıdır. Yabancılara ait yabancı dillerde eğitim veren bu okullar ile ilgili konferans boyunca sürdürülen girişimler giderek tavsamış, iş yabancı dillerde eğitim veren üniversitelerin açılmasına kadar varmıştır. Bu ancak sömürge veya eskiden sömürge olan ülkelerde karşılaşılabilinecek bir durumdur. Çünkü yabancı dil öğrenmek, öğretmek farklı, yabancı bir dilde eğitim öğretim yapmak farklıdır. Ülkemizin içinde bulunduğu dil kargaşasının nedenleri arasında bu farkın gereğince kavranamamış olmasının da büyük payı vardır. Hem de Dil Devrimi gibi bir devrimi gerçekleştirmiş olmamıza rağmen…
Bakın başöğretmen Atatürk bu konuda ne demiş: “Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” (1931)
Harf Devrimi’nin 85. yıl dönümünü kutlu olsun.
* 30 Eylül 2013 tarihinde
**1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun, madde 2
Tekin Özertem/Bütün Dünya
Yorum Gönder