Günümüz iktidarının yöneticilerinin hemen hemen tümünün esnaf kökenli oluşu, memur ve işçi kesiminin sorunlarına yabancı kalmalarına ve bu kesime ve onların emekli dul ve yetimlerine, tabiri caizse biraz şaşı bakmalarına neden olmaktadır. Seçilenler her türlü hakka sahip, atananlarsa hiçbir hakkı olmayan emir kulları gibi görülmektedir. Son zamanlarda bu temel anlayıştan kaynaklanan memur ve işçi statüsünü değiştirip “Çalışanlar” statüsünde birleştirme anlayışı da bu şaşı bakışın hayret verici çarpık ürünlerinden biridir. Atamalarda bilgi, tecrübe ve eğitim yerine aynen Osmanlı toplumunda olduğu gibi, inanç ve sadakat ön plana çıkarılınca sonuç yanlışlarla dolu ve ürkütücü oluyor. Bu konunun biraz üzerinde durmanın yararlı olacağına inanıyoruz.
Modern bir yönetimin yaptığı işlerden çok büyük çoğunluğu “ehliyet isteyen işlerdir. Bu işler bir sürü insanın değil, sayıları ne olursa olsun, basit insanların beceremeyeceği işlerdir. Bu gibi işlerin halli özel yetenek ve eğitim ister. Bu bilgi ve yetenek sahibi işini bilen elemanlara memur-bürokrat (veya teknokrat) denir. Artık herkes, siyasi demokrasinin uzman bir bürokrasi gerektirdiği, bu bürokrasinin de şu veya bu şekilde politikadan uzak tutulmadıkça etkili olamayacağını bilir.(1)
Demokratik sistemde devamlı bir bürokrasinin, teknik ve profesyonel hizmetler için tayin edilen ve seçimle gelmeyen (atama ile gelen) uzmanların varlığı şarttır. Bürokrasi amaçlarla değil, araçlarla ilgilenir. Görevi, karar verme organının (seçilmişlerin) önüne kesin ve tarafsız bilgi ve mükemmel bir hizmet sunmaktır. Uzman yönetiminde bir bürokrat vazgeçilmez bir unsurdur. Vazgeçilmez unsur olması, siyasetin yapıcısı değil, uygulayıcısı olmasındandır(2).
Modern toplumlarda bürokratla-siyaset adamı birbirine taban tabana zıttırlar. Bürokratlar birer “profesyonel”, siyaset adamı ise bir “amatör”dür. Bürokratlar belirli kurallara göre atanır, siyaset adamı ise seçilir. Batı demokratik rejimleri “amatörlerin yönetimi altında uzmanlar rejimi” kabul edilebilir. Memurlara ve idarecilere emir verenler esasta uzman olmayan kişilerdir. Onların genel kültürü ve zekâlarını kullanmaları görevlerini iyi yapmak için yeterli kabul edilir(3).
Politika adamlarına nispetle, bürokratlardan daha güçlükle vazgeçilir. Politika adamları hükümet görevlerinde daha sık değiştikleri için, sırf bu bakımdan idare özellikle istikrarlı olmalıdır. Yalnız bu ifadeden siyaset adamlarından vazgeçilebileceği sonucu da çıkarılmamalıdır. Çünkü siyaset adamları, yönetilenlere nazaran, politik düzenin başka bir yönünü temsil ederler. Memur görevinin ehlidir, ne yapılabileceğini bilir ama karar vermede tavsiye dışında belirli bir sıfatı yoktur, esas itibariyle tarafsızdır(4). Yani siyasilerin emir kulu değil milletin hizmetinde ve tarafsız olmalıdır.
İktidarda ehliyetin değil, meşruluğun tanımladığı bir başka tür insanların bulunması gerekir. “Bakan” ne yapılacağını bürokrattan daha iyi bilen birisi değildir. Çoğu halde daha az bilir. Hatta topluluk için ne yapılmasının gerekli olduğunu bile bilmeyebilir. Yöneticiliğe seçilen siyaset adamının üzerinde yasama yetkisi vardır. Görevi, rejim içinde mevzuatın hedeflerini, hatta rejimin kendisinin hedeflerini tespit etmektir. İdarecilerle işbirliği yaparak ülkeyi yöneten siyaset adamları, en az idareciler kadar gereklidirler. Çünkü bürokratlar ehliyete sahipseler de, yasama gücünden yoksundurlar. Siyaset adamları, bakanlar, idari görevler kadar elzem bir görevi yerine getirmektedirler, çünkü yönetenlerin, yönetilenlerle bağlantısı olmayan hiçbir demokratik rejim düşünülemez(5).
Özet olarak ifade etmek gerekirse, bürokratlar, siyasi amirlerinin tayin ettiği şu veya bu politikayı uygulamak için tarafsız olmak zorundadırlar. Ancak içinden çıktıkları halkın hissiyatına karşı da “anlayış ve sempati” beslemek durumundadırlar(6).
Bilim; yüzlerce yıllık büyük mücadeleler sonucu oluşturulan çağdaş Demokrasi anlayışını bu esaslara oturttuktan sonra, ülkemizde hala bu gerçekleri dışlayarak, diktavari yöntemlerle, siyasi bütün güçleri, özellikle yargı ve maliyeyi kullanarak kontrol altına alınmasını anlamak zordur. Hele bu davranışlara Türk Ulusu ile adeta alay eder gibi “İleri Demokrasi” unvanını yakıştırmaya çalışmak da çok üzüntü vericidir. Sözün kısası Hür Dünya coğrafyası içinde Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik yaşam, seçilenler ve atananlar arasındaki ilişki konularında çok gerilerde kalmıştır, kalmaktadır.
DİPNOTLAR:
(1) Sami Selçuk, Temsili ve Katılımcı Demokrasinin Kökeni, s.54-55 (Çağdaş Yayınları, İstanbul-1987)
(2) Aynı Eser, s.66
(3) Raymond Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, s.50 (Çev. Vahdi Hatay, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul–1976)
(4) Aynı Eser, s.51
(5) Aynı Eser, s.52
(6) A. D. Lindsay: Demokrasinin Esasları. s.53( M.E. Bakanlığı Ankara–1973)
Dr. M. Galip Baysan
Yorum Gönder