1959 Bartın doğumlu Kaan Arslanoğlu’nun yeni romanı yayınlandı: “Reenkarnasyon Kulübü” (İthaki Yayınları).
Yazar, kitabıyla birlikte, bir haber portalında bir şikâyetname yayınladı. Yüzde 99.99’una sözcülük ettiği için, bu manifestonun altına birçok yazar imza atar. Ama ben iki arada bir derede kaldım. Romandan mı söz edeyim, yoksa size şikâyetnameyi mi sunayım? Ben metni kısaltarak ikincisini seçtim. Aynı zamanda meslekten (tıp doktoru) psikiyatri uzmanı olan roman yazarı Kaan Arslanoğlu şöyle diyor:
SEVMEZLER AMA YAPARLAR
[“Değerli okurlarım, bu roman için de
hiçbir pazarlama yöntemine başvurulmayacak. Dahası normal olarak yapılması gerekenler de yine en alt düzeyde, hatta sıfır noktasında tutulacak. Gazetelere ilan vermek gibi. Bilmeyenleriniz için açıklayayım. Bir romana ne kadar paralı ilan vermişseniz, o ölçüde ‘eleştiri’ veya tanıtım çıkar hakkında. ‘Ne kadar para, o kadar edebiyat eleştirisi.’
Gazeteci camiası, edebiyat dünyası, ilkeli insanlardan mürekkep. Aslında kitap
tanıtımının çoktandır çok daha etkili yolu kitap sayfalarının dışına çıkabilmektir. İlk birkaç haftada bir kitap hakkında ne kadar çok köşe yazısı çıkarsa ve yazar ne kadar televizyona çıkarılırsa, o kitap rakiplerine o oranda fark atar. Fakat burada ciddi bir problem söz konusu. Kitaplarımda benim önemsediğim, üstünde durduğum gündem maddeleriyle köşe yazarlarımızın maddeleri bir türlü çakışmıyor. Hatta köşecilerimizin pek önemsediği bir soruna bile ele atmış bulunsam, kitap çıkana kadar o sorun önemsizleşiyor ve dolayısıyla yazarlarımız sözü oraya getirme heveslerini yitiriveriyorlar. Buradaki ‘timing’ (zamanlama) yeteneksizliğimi kabul etmek zorundayım. Topa ya geç zıplıyorum kafa vurmak için ya da erken; top ya başımın üstünden geçiyor veya suratıma çarpıyor.
Dostlarımın çoğu kitap okumak için ayırdıkları azıcık enerjiyi sevmedikleri romancılarla tüketirler. Zaten sevmedikleri partilere oy atarlar. Sevmedikleri bir yaşam sürdürürler. Bundan yakınır ve hatta bazen yardım isterler. Ama bu tercihleri değiştirmek için hemen hemen hiçbir şey yapmazlar.
Güncel siyasette solcu gibi düşünüp sağcı gibi yaşayanlar, felsefede Marksist olup sanatta eğlencelik işleri beğenenler, kendini muhalif olarak tanımlayıp hep iktidardakilere, güçlülere sempati duyanlar bana şizofrenik bir bilinç yarılması içinde görünürdü hep. Şimdilerde anlıyorum ki hayat böyleymiş ve bunu gerektiriyormuş. Şizofrenik yanılma içindekiler benim gibi saçma bir tutarlılık saplantısını sürdürenlermiş.
Örneğin, gerçek düşün ürününün, gerçek nitelikli edebiyat ürününün içerikte ve biçimde aykırı olması gerektiğini zannetmem de belki böyle şizofrenik saplantı mahsulü. Normal olan nedir peki? Kendine yakın bir çevre belirleyeceksin, onların ihtiyacına göre ve onların hoşuna gidecek şekilde yazacaksın. Bu yeğlenen çevre de olabildiğince kalabalık, çoğunluktan bir çevre olacak ki kitabın okunsun, beğeni toplasın.
Ya benim yaptığım ne? Küçük bir azınlığa yanaşma ve üstelik bu azınlığı da eleştirerek, onları da rahatsız edecek şekilde yazma. Bu şizofreni değilse en azından sosyopati. Gelin görün ki insanın huyu zorlasa da değişmiyor.”]
BÖYLE İŞÇİLER BULUNDUKÇA
Romandan bir alıntı yaparak yazıyı (s. 27) bitireceğim: Paylaşılmış paranoya hastası olan “kahraman” bir bilgisayar firmasında çalışmakta. Patron, bir işçisini işten atıyor. Yönetici durumunda olan hasta kahraman patrona itiraz ediyor. Patron onu da işten atıyor. Bunun üzerine işten atılan işçi, kendisi yüzünden işten atılan şefine “Sen ne karışıyorsun” diye karşı çıkıyor. Belki birkaç ay sonra işler açılır, patron yine onu işe alırmış. Şimdi şef işe karışıp kavga çıkardığı için olmazmış artık. Kavga edilmezmiş patronla.
Bunun üzerine, romanın ikinci kahramanı psikiyatr şöyle konuşuyor: “Mükemmel” dedim. “İşte Türkiye proletaryasının doğal sınıf refleksi. Böyle işçilerimiz bulundukça sırtımız yere gelmez!”
Özdemir İnce/Hürriyet
Yorum Gönder