İlk günden beri merakla beklediğim bir konu bir türlü açıklığa kavuşmuyor.
Kimdir bu Bedri Baykam’ı bıçaklayan kişi?
Sanıyorum işin kolayına kaçtık ve “meczubun biri” tanımlamasına uyduk.
Nedense meczup da olsa bu meczubu araştırmak kimsenin aklına gelmedi. Medyanın acar muhabirleri saldırganın evine gitmediler örneğin. Yakınlarını, arkadaşlarını bulmadılar.
Arkasında birinin ya da birilerinin olacağını hiç düşünmediler. Saldırının bir örgüt adına mı yapıldığı kuşkusunu da kimse aklına getirmedi.
Belli ki gazetelerin, televizyonların haber yöneticilerinin
de böyle bir kaygısı olmadı.
Söz konusu kişi Bedri Baykam. Saldırganın da bir “meczup”
olduğunu açıkladı emniyet, daha olayın üzerinden birkaç
saat geçmesine rağmen. Üstelik zaten daha önce de birini bıçaklamış. Kendisi de demiş ki “Arkamda kimse falan yok, gıcık oluyordum o adama, bıçakladım.”
Daha ne desin? Bunları söyleyene inanmayacaktık da ne olacaktı ki?
Oysa, örneğin İbrahim Tatlıses vurulduğunda “acar basın” nasıl da çalışmıştı. Saldırının arkasında kimin olduğunu günlerce aramıştı. Emniyet de hakkını yemeyelim, çok iyi çalışmıştı. Gece yarıları gölde silah aranmıştı.
Sonunda Tatlıses’i vuran yakalandı. Meğer adam zaten ünlü sanatçı ile yıllar öncesine dayanan bir husumet yaşıyormuş.
Meğer televizyon ekranlarına çıkıp
“Bu işte kan var, ben de kan dökeceğim” demiş. Sonra hapse
girmiş. Çıkınca da saldırıyı gerçekleştirmiş.
Ama bu yetmemişti bizim medyaya. “Nayır, nolamazdı.” Bunun arkasında mutlaka bir örgüt olmalıydı. PKK yaptırmıştı belki de. Yok yok Ergenekon kaos çıksın da askerler darbe yapsın diye vurdurmuştu İbrahim Tatlıses’i.
Bedri Baykam, iyileşme telaşı içinde oturmuş kaderine mahkûm biri olarak saldırganın arkasında kimin olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Çok çalışır çalışmasına da öğrenemez.
Adam meczup kardeşim, kendisi söyledi. Ne diye kurcalıyorsun işi. Bırak işte, sen iyileşmene bak.
Çılgın Proje’nin yapım aşamaları: Bölge, arazileri kapatan
rantiyelerle dolar. Birileri gelip şantiyeler kurar. Bir
süre sonra bazılarının ceplerinde milyon dolar...
(Gani Yıldız)
Ergenekon ve Balyoz ekranda yayınlanmalı
Eskiden mahkemelere hem kamera hem fotoğraf makinesi ile girebilirdi medya mensupları. Ancak bazı davalarda iş o
kadar çığrından çıktı ki, duruşmalar görüntü almaya kapatıldı. Artık gazeteciler sadece dinleyici gibi içeri
girebiliyor ve not alabiliyor. Bazı gazeteler ise duruşmalara ressam göndererek, durumu resmettiriyor.
Bu Batı’daki pek çok ülkede de böyle. Olumsuz bir yanı yok,
tam tersine insan hak ve hürriyetleri açısından çok da doğru.
Ancak, bu kural iki önemli dava için bozulmalı diye düşünüyorum.
Biri Ergenekon diğeri de Balyoz davası.
Bu iki dava da hukuki olmaktan ziyade siyasi.
İkisinde de, görüntü alınmamasının hak ve özgürlüklere vurduğu darbe görüntü alınmasında ortaya çıkacak sakıncalardan çok daha fazla.
O davalarda inanılmaz konular dile getiriliyor.
Oysa medyada bunların çoğu yer almadığı gibi, davayı etkileyecek, çoğu gerçeği yansıtıp yasıtmadığı bilinmeyen belge ve bilgiler ortalıkta geziyor.
İlk önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “Ergenekon davasının TV ekranlarından canlı olarak yayınlanmasını” talep etmişti.
Henüz bir sonuç yok, ama medyanın da bu konuda ısrarlı olması gerekiyor. Kişi hak ve hürriyetlerini korumak için alınmış bir kararın arkasına sığınıp buna karşı çıkmak bence anlamsız.
Bu davalar madem ki Türkiye’nin demokrasi ve hukuk savaşındaki önemli cepheler, o zaman tüm halk orada neler olduğunu birinci elden görmeli öğrenmeli. Böylelikle neyin
doğru neyin yalan olduğu da ortaya çıkacaktır.
Denebilir ki “Bu davalar canlı yayınlanırsa, sanıklar şov yapmaya çalışabilir.” Bunun da kolayı var, denetimli çekimler yapılır ve sadece sorgulamalarla savunmaların yayınına izin verilir. Yani canlı olmaz da bu bölümlerin bulunduğu görüntüler banttan yayınlanır.
Bu davaların yayınlanması demokrasimiz adına da büyük kazanç olacaktır.
Ada hangi kıtada olacak?
Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker küçük bir mesaj göndermiş. Çok ilginç bir merakını dile getirmiş.
Gerçekten ben de merak ediyorum. Birlikte okuyalım:
“Batı demokrasilerinde kaldırım taşının rengi bile vatandaşa sorulurken, bir sabah Başbakan’ın ülkenin coğrafyasını değiştirecek bir “kanal” açma kararı aldığını öğrendik.
Her şeyi düşünüp taşınıp, uygulayan Başbakan’a sormak isterim. Mevcut İstanbul bu proje ile Avrupa’dan koparılacağına göre, Avrupa’nın sınırları Silivri’de mi bitecek? Bildiğimiz tarihi İstanbul coğrafi olarak hangi kıtaya ait olacak?”
50 kilometre boru döşeyin tankerleri hiç geçirmeyin
Başbakan’ın “çılgın projesi” üzerinde tartışmalar sürüyor.
Biat etmiş kesimler “çılgın” projeyi “çılgınca” alkışlarken “bir rüyanın gerçekleştiğini” söylüyorlar.
Aranızda bilen var mı, bugüne kadar hiç “Karadeniz’i
Marmara’ya bağlama rüyası” gören oldu mu acaba?
Ama madem Başbakan “İşte biz hayal edince böyle ederiz” dedi, o halde bu projenin müthiş olduğu söylenecek. İşleri bu.
Başbakan ikinci kanal ihtiyacını anlatırken 1979’daki Independenta olayını hatırlatıyor. Bu gemi Boğaz’ın girişinde başka bir gemi ile çarpışmış ve patlamıştı.
Çevrede büyük hasar oluşurken yangın aylarca sürmüştü.
Petrol nakli nedeniyle Boğaz’ın büyük tehdit altında olduğu bilinen gerçek. Bunun önüne geçilmesi için çok uzun yıllardır kafa patlatıyoruz. Erdoğan ikinci Boğaz’la bu sorunun halledileceğini savunuyor.
Ama merakım şu: İster Boğaz ister kanal olsun, sonuçta İstanbul’un ortasından yine akaryakıt yüklü dev gemiler geçecek. Boğaz’daki tehlike neyse kanalda da aynı tehlike
olacak.
Kanal projesi farklı bir estetik açısından belki cazip gelebilir. Türkiye’nin görünümüne ve itibarına etkisi olabilir. Ama tanker tehdidini ortadan kaldırmaz.
Oysa, kanaldan önce Karadeniz’den Marmara Ereğlisi’ne yapılacak bir boru hattı ile hem petrol hem doğalgaz akımı sağlanabilir. Böylelikle Karadeniz’den gelen petrol gemileri örneğin Çatalca’dan akaryakıt ve doğalgazı Marmara
Ereğlisi’ne aktarır, süper tankerler de buradan dolum yaparak yollarına devam eder.
Böylelikle Boğaz’a “akaryakıt, doğalgaz ve benzeri tehlikeli petrol türevleri taşıyan gemiler” hiç sokulmaz.
Yorum Gönder